Aralık 28, 2011

Eylül'den kalma Yunanistan hatıraları


Çok zaman geçti aslında Yunanistan gezimin üstünden ama oturup doğru düzgün yazı yazamadım. Hep araya birşeyler girdi durdu. Neyse bugün itibari ile işlerin yılbaşı sakinliğine girmesinden dolayı ve biraz da kendimi motive etmiş olmanın verdiği gaz ile bir Yunanistan yazısı yazmak istedim.

Malum ekonomik krizden sonra Yunanistan-Türkiye ilişkileri turizm anlamında epey yol aldı. Eskiden Yunanistan’a uğramayan milletimiz bu sene akın akın Yunan adaları turlarına katıldı. Ben de tabi bu gruba dahil olanlardanım. Ama benim Yunanistan gezim biraz daha detaylı ve belki biraz daha ilginçti diyebilirim.

İlk durak Atina, bana kendimi hiç yabancı hissettirmeyen bir şehir oldu. Yunanca bir kelime anlamasam da sanırım konuşurken ki tonlamaları biraz bizi anımsatıyor lakin sanki herkes Türkçe konuşuyormuş gibi geldi bana. Yanımda Atina’yı bir günde görmeye yemin etmiş bir arkadaş olduğu için olsa gerek ilk gün o kadar çok yürüdük ki otele döndüğümde ayaklarımı hissetmiyordum. Ve bu 10 günlük tatilin daha ilk günüydü. Neyse ayaklarımın ağrısından ziyade ne gördüm ne yedim ne içtim ondan bahsedeyim biraz. Syntagma (şehir merkezi),  Plaka (Türk mahallesi), Monastiraki, Gazi şehrin gezilmesi gereken yerleri arasında. Ama ben bu çok bilinen yerleri yazmayayım da en iyisi benim için iyisi kötüsü neydi ondan bahsedeyim. En çok beğendiğim, gece Akropol’ün alt tarafındaki Dionysos tiyatrosundan güneye doğru inilen yol oldu. Akropol ise tam bir hayal kırıklığı özellikle bizim gibi ülkesi tarihi eser konusunda zengin olanlar için. Plaka ise Türk ruhu ve dükkanları ile ikinci favori mekanım oldu. Zappeio bahçesi ise öğle güneşinden kaçmak için birebir. Tatilin geri kalanı deniz üzerine kurgulandığı için Atina’da plaj filan görmedim. Santorini’ye doğru yola çıkmadan önce son olarak küçük bir araba yolculuğu ile Nafplio’ya gittik. Daha önce yazdığım için tatilin bu kısmını hızlıca geçiyorum ve merak edenler için linki tekrar veriyorum.

Santorini çok garip bir yer bence. Bir ada hem bu kadar güzel hem de bu kadar sıradan nasıl olabilir diye düşünmeden edemedim. Feribotla adaya yanaştıktan ve otele doğru yola koyulduktan sonra içimden “bu ne ya! Santorini diye anlatıp bitiremedikleri yer burası mı” diye söylendiğimi hatırlıyorum. Şehir merkezi küçük ve çok şirin bir yer. Ama yine de dillere destan Santorini bu olamaz diye düşünürken Oia’yı görünce hikayenin dillere destan kısmının neresi olduğunu anladım. Adada gezinirken bir yerde Santorini’de sudan çok şarap insandan çok eşek var dendiğini duymuştum. Gerçekten adada doğal kaynaklardan sağlanan su yok. Eşekler ise ayrı bir hikaye. Şehir merkezine bile bir tane eşek heykeli dikmişler. Oia’da tepeyi tırmanırken cesareti olanlar o sıcakta merdivenleri çıkarken benim gibi keyfinin kahyası olanlar eşeklere binmek durumda kaldı. Eşekten özür dilemekten bir hal oldum. Çok da hoşuma gitmedi ama n’apalım artık. Bindik bir kere dedik, tırmandık tepeyi eşekle beraber. Santorini’nin benim için en unutulmaz aktivitelerinden biri ATV kiralayarak plajları dolaşmak oldu. Benim gibi Ege sevdalısı biri için buranın denizi ve plajları beni ziyadesiyle  mutlu etti. Ouzerie ise Yunanistan’da gittiğim en keyifli restaurant oldu. Santorini’ye gidenler lütfen buraya uğramadan gelmesin.

Santorini’den sonra kendimizi Rodos’a attık. Bir yerlerden ülkeye varmamız gerekiyordu zaten. Marmaris’e gitmeden son bir ada keyfi yapalım dedik. Rodos, Santorini’den çok farklı bir yer. Bana daha çok Hırvatistan’ı anımsattı. Ya da Türkiye’den örnek vermek gerekirse Assos’u. Türk evlerinden geçilmiyor dersem şaşırmazsınız herhalde. Biz de Türk evinden otele dönüştürülmiş bir yerde kaldık. Rodos’un en güzel günü ise Kolymbia plajında geçti. Seneye yaza yolu Rodos’a düşeceklere tavsiye ederim.

Aralık 24, 2011

Günü kurtarmak


Anıların, kişilerin, olayların iyisini ve kötüsünü aynı aynda aklımızda tutmak, dünü ya da yarını ona göre tartıp biçmek ne kadar mümkün bilemiyorum. Bazen ikisine birden yer olmuyor aklımızda. O zaman seçmek gerekiyor bir tanesini... İyiyi mi tutucaksın içinde yoksa kötüyü mü ?

Neye hayır diyeceksin mesela ? İnsan hayatındaki “hayır”ları boşa harcamamalı. Kötüyü hayatından çıkarmanın tek yolu kesin bir “hayır”dan geçiyor bence. Öyle iki ara bir dere cevap değil, öyleyse böyle olur, şunu yaparsan belki bu olmaz gibi aralıklar bırakılan cümlelerin hiç bir faydasını görmedim ben. Ne zaman “ hayır” diyebildim, o zaman yoluna girdi işler. O zaman seçmek zorunda kaldım işte, iyi anıları mı tutucaksın yoksa kötüleri mi dedim... Günü kurtarmak daha sahte bir tavır gerektiriyor bazen. Bir yıl sonranın planını yapmak istiyorsan o zaman yalan günler saatler yerine, neyi istemiyorsan çıkartmak lazım hayatından. Benim için bunun ne olduğu çok belli. İyiyi tutmak için aklımda, yalanı çıkartmak lazım hayattan. Ne kadar acıtırsa acıtsın gerçek ya da o kesin “hayır” cevabını duymak, hiç birşey doğru cevabın rahatlığını vermiyor insana. En azından biliyorsun cevabı. Önün açık, yürüyeceğin yol belli.


Bazen bir yıl sonranın planını yaparsın. Bazen tek derdin o birkaç saati atlatmaktır ya da sadece o günü kurtarmak...


O kurtarışta yalan gülümsemeler, sahte tavırlar olur mu ? Olur.


Zaten başka yolu da yoktur. Eğer olay sadece ilk 24 saati kurtarmaksa yalanın da ömrü o kadardır. Ama her günün böyle ise işte o zaman hayat yalan, saatler yalan, ben yalan...


Karamsarlık bu ya ! Bırakmıyor yakamı bu aralar. Zaten yalan dünyası değil mi bu dünya, ne farkeder diyesim geldi...


Üstüne de bir kadeh rakı içesim...


Son iki gündür aklımda dolanan şarkı da cabası - bir yerinde gittiğin yollardan dönülmez geri diyor - bana hatırlattığı başka tabi...


Yalanın yolu dönülmez yol ! tek yön yani ! artık git gidebildiğin kadar...



Aralık 21, 2011

Sosyal Alerjilerim



Fiziksel olarak bir reaksiyon göstermesem bile kafamın tasını attıran sosyal alerjilerim var benim. Mesela cak cak sakız çiğneyen kimseye tahammül edemiyorum. Bir anda teller atıyor kafamda ve oturup sakız çiğneyenin kafasını nasıl kırarım düşünceleri sarıyor beni.

Yemeğinin içine gömülüp iki dakikada yemek bitirenlere de alerjim var. Bir dur yahu ! Bir keyif al yediğinden. Ne yediğini anladın mı sen şimdi iki dakikada yemek bitince. Hayır yaparsın uğraşırsın bütün gün sonra iki dakikada biter herşey. İki dakika, 120 saniye... Bu ne hız be kardeşim.

Ailecek deliyiz aslında biz. Diş gıcırdatan, ağzıyla herhangi olmaması gereken bir ses çıkaran, bozuk parayla oynayan, anahtarlarını sürekli sallayan herkese alerjimiz var bizim. Çekirdek, cips ve patlamış mısır ise ayrı bir kategori.

Başka insanların alerjilerini de gördüm ama içimden “ay deli mi ne bu” diyemedim ömrü hayatımda, kendi deliliğim yüzünden. Biriyle tanışmıştım mesela sigara izmariti olan kül tablasını eline alamıyordu ama sigara içiyordu.

Bir arkadaşım bu taksilerde kafası sallanan hayvan figürleri varya onlara takıktı. Her seferinde "abi bu ne şimdi, niye koydun buraya bu hayvancıkları, sinirini bozmuyor mu" diye sorup dururdu. Ya bırak adamı derdim, koymuş işte özenmiş bözenmiş para vermiş almış. Yok inatla her gördüğü yerde sallanan kafalı hayvancıkların sahiplerini taciz ederdi.

Hey yarabbim... demiyorum tabi – vardır bir bildikleri mutlaka 

Senin aklına nerden geldi şimdi diye soracaksınız, bilimsel anlamda sosyal alerji diye birşey olduğunu öğrendim de kendime uyarlayasım geldi.

Sizin ne gibi delilikleriniz var ?

Aralık 20, 2011

Shoreditch

-          Bir vintage cenneti görmek istiyorsanız


-          Londra’da kurulan pazarlara bir zaafınız varsa ve Spitalfields’a daha adım atmadıysanız

-          Lomography dükkanı arıyorsanız

-          Hiç bir şey olmasa bile insanları izlerim, sokakları keşfederim diyorsanız



Geçmişte rahibelerin merkezi olan Shoreditch’i bir görün derim. 

Gitmişken farklı bir ortamda fish and chips yemek isterseniz, Poppies of Spitalfields tavsiye edilir.


Aralık 11, 2011

Dünden sonra yarından önce ince çizgiler


Duyum eşiği diye birşey var. Lisede psikoloji derslerinde tepki, duyum ve duyum eşiği sıralamasıyla anlatırlardı. Hatırladınız mı ? Sevgilimiz bizi sinirlendirdiğinde kafasına fırlatılan bardak eylemi bir tepki mesela. Duyum ise duyduğumuzu, gördüğümüzü vs algılama durumumuz. Duyum eşiği ise ne zaman duymaya, görmeye başladığımız ve nereye kadar görüp duyabildiğimiz.

Ne zaman duymaya başlıyoruz mesela ya da nereye kadar görebiliyoruz? Nereden sonra başlıyor körlük, sağırlık ?

İşin ilim bilim irfan kısmını bir yana bırakarak olayı tamamen farklı bir boyutta yorumlayasım geldi bir anda.  Bence canımız ne kadarını istiyorsa o kadarını görebiliyoruz ya da duyuyoruz. Gerisi gerçekten orada olsa da bize yalan... Bilmediğiniz şey aslında yoktur derler ya onun gibi birşey işte. İnce bir çizgi bu biliyorum. Zamanını, mekanını bilemediğimiz ince bir çizgi. 

Kaldırsak bu ince çizgileri olmaz mı ? Yoksa hiç aşmamalı mı ?

İnce çizgilerle dolu hayat. Söylediğin her sözü tartman gereken ve bir şekilde güzel bir paket haline getirip sunman gereken zamanlarla dolu sözüm ona arkadaşlıklar var mesela. O kadar az insan var ki bizi olduğumuz gibi kabullenen, öyle seven ve yanında kendimizi rahat hissettiğimiz. İnce çizgiler yok onlarla beraberken. Saf benliğimiz var. Biliyorsunuz ki yanlış da yapsanız onlar orada sizinleler. Elleri üstünüzde, tökezlediğiniz an yanınızda... 

Bugün epey duydum bu varlığı muallakta olan çizgiyi de oradan takılıp kaldı aklıma. "Çok ince bir çizgi var orada" der insanımız çoğu zaman. İşte o çizgiyi aştın mı çok ayıp olur, bu iş biter, kavga edersin ya da en tehditkar olanı "kaybedersin" vs... vs...  

Olmaz yani ! hiç uğraşmayın o çizgi oradan kalkmıyor. Aşmayın da zaten size zahmet ... yoksa bir sürü dert, tasa, tantana... Sonra ayıkla pirincin taşını...

Yazının başlığı olduğu için ve biraz da umut dolu bitsin diye bu yazı, yıllar önce unuttuğum bu şarkının sözlerini de buraya yazmadan edemedim

Ne güzel bir gece
Sanki daha aydınlık
Sanki bir kapı
Yarınlara aralık
Hem yarından önceki büyük umutlarla
Hem dünden sonraki pişmanıkla karışık


Aralık 06, 2011

İki nefes arası suni hayatlar

Geçen bir arkadaşım facebook'ta paylaşmıştı. 
If you don't like where you are, then change it. You are not a tree


Derken okuduğum kitap başka bir yorumla çıkardı benzer mesajı önüme 
When conditions change, you must change your strategy and mind. That's not indecisiveness, that's pragmatism. 
(Richard Stengel)


Kendi ellerimle yazmıştım değişim sabittir diye. Ama bu aralar beni biraz yordu bu koşturmaca. Gecenin ikisinde suni hayatıma bilgisayarımın başında devam ederken (suni hayatım iş hayatım bu arada, yıllardır home office modunda çalıştığım ve beraber iş yaptığım insanların genelde sadece skype'ta seslerini duyduğum için hayatımın bu alanı benim için oldukça suni) can sıkıntısı ve muz kabuğu eşliğinde bir yandan kuru üzüm raporu yazıp bir yandan hayatın gidişatını sorgular hallerdeyim. Kuru üzüm oldu bu gece hayatım anlayacağınız.


Kasım ayı nedense bana geçen senenin aynı zamanlarını hatırlattı. Bir karamsarlık çöktü üzerime bir türlü atamadım üstümden. Aslında sevdiğim insanlar yanımdaydı ve zorluk derecesi alt seviye sularında dolandı ama yine de birşeyi unutmamak gerek...Ne yaşıyorsak tek başımıza yaşıyoruz. Kimse sizin gördüğünüz noktadan sizin gördüğünüz şeyi göremiyor. O yüzden söyleniyorum kendi kendime; safi yalnızlığımızı bir kabul edelim önce... belki hayat daha kolay gelir ondan sonra hepimize . . .


İyi sabahlar


Bu blog iyice amacından saptı. Habire okuduğum kitaplar ve kendi kendime muhabbet modunda ilerliyorum - farkındayım....