Bu yazıyı yazmadan önce Füsun ve Banu'yla bir araya geldik; fotoğrafları seçelim, yazıyı kırpalım diye... O güzelim fotoğraflar arasında seçim yapmak çok zor geldi çünkü ben Füsun'un fotoğraflarına hayranım. Ama yazıyı bize okuduğunda bir kelime bile kırpamayacağımızı anladık çünkü Füsun'un gözü kadar kalemide çok iyi. Yazı daha ilk kelimeden sizi sarıyor, fotoğraflar ise ayrı bir hikaye . . .
Özlem’in beni havalara uçuran teklifi üzerine, yaklaşık dört senemi yarı zamanlı geçirdiğim KKTC’den, yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetin’den, Casino’nun, Night Club’ın, her haftasonu sözde 5 yıldızlı otelleri dolduran sözde sanatçıların çok daha ötesinde bir ülkeden bahsedeceğim… Pazarlanmayı bekleyen, pazarlanması çok kolay ama bilinenin ötesine bir türlü geçemeyen kayıp ülkeden… Kayıp ülkenin hiç bilinmeyeninden ya da bilinip nedense göz ardı edileninden… Belkide dünyada tek aynı şehri, hatta aynı caddeyi paylaşan iki ülkenin birinden, KKTC’den…
Duvarların, sınırların ülkesi burası, yıkık evlerin, yıkık yüreklerin, yarım kalmışlığın ülkesi… Her yerde hissetmek kolay bunu; evlerde, insanların yüzlerinde, kiliselerinde, hatta güzelim sahillerinde, olmamışlığın izleri olan…
Bir günde tamamını gezebileceğin bir ülke burası. Trafiğin soldan aktığı, benzinin oldukça ucuz olduğu ülkede araba kiralamak en akıllı yol. Adayı bir uçtan bir uca süprizlerle kucaklaşarak gezmek, hele ki mevsim baharsa, özellikle ilkbaharsa…
Herkesin zannettiğinin aksine adanın en güzel mevsimi yaz değil ilkbahar, her yer yemyeşil, her yer çiçeklerle bezeli, deniz maviyle yeşilin karışımı. Üstelik hala denize girilebilir, üstelik pek daha güzel girilebilir çünkü yazın deniz kaplıca sıcaklığına ulaşır burada, Ağustos'ta ise hava cehenneme eşittir.
Sınırlar zaten fazlasıyla anlamsız ve garipken, bu savaşın izlerinin hala hissedilidiği ülkede öyle bir cadde varki başkent Lefkoşa’nın göbeğinde, sınırın kapısını barındıran, alışıldığı gibi bakir alanlara, sınır köylerine değil, dünya markalarının aklınıza gelebilecek her türlüsünü bulabileceğiniz bir dünyaya açılan 'Ledra kapısı’. İstiklal caddesini düşün, şimdi orayı Galatasaray’dan ikiye böl öyle bir yer işte. Galatasaray’a kadar olan bölüm KKTC gerisi Rum kesimi… Herkesin seni yollamaya çalıştığı gibi gidip parkın oradan bakma Rum kesimine, orada hissedemezsin olan biteni. Çık caddenin ortasına ambargolu ülkenin alışveriş merkezinin ortasına ve bak Ledraya… Ambargosuz ülkenin alışveriş merkezine…
Eski kısmında gez hep şehrin, Arab Ahmet mahallesinde mesela, kaybol, ya bir antikacı kucaklar seni ya da seyyar bir çiçekçi ama emin ol hep süprizlidir bu rota…
Başkent işte hafif politik, hafif mesafeli, hafif soğuk Girne’ye ise sadece 20 km.
Bölgenin en turistik şehri Girne. Şöyle bir gezme demeyeceğim sana, limana inip bir şeyler içmede, iç ama yeme benden tavsiye ve kaleyi de mutlaka gez, görüp görebileceğin en güzel kalelerden biri zira, ama bu kadarla da kalma…
Zeytinlik’teki Archills restoranda yemek ye, adanın en iyi geleneksel tatları burada. Bellapais köyüne çık, muhteşem bir manastır karşılıyacak seni orada, gölgesinde LAWRENCE DURELL’in ‘ACI LİMONLAR’ını yazdığı. Bellapais Garden’a ya da Bella Wiev’e git şarap iç birde, sonbaharsa daha çok iç… Manastırın avlusundaki lokantayı da unutma…
Sonra Karmi köyüne git mesela, sokaklarından sular akan küçük İngiliz köyüne, köye çıkarken yol üstündeki sepetçiye uğramayı da unutma… Köyün meydanındaki kilisenin gölgesinde neredeyse bütün köyün toplandığı bir pub var, içeri gir; bir English Breakfast söyle kendine ya da bir İngiliz birası, sonra kulak kabart köyün gündemine. St Hilarion’a çık sonra, Pamuk Prenses hikayesinde Waltdisney’in ilham aldığı kaleye, çıkarken de yanına su almayı unutma çık çık bitmez zira… Çıkana kadar insanı bezdirir ama sabat ederde çıkarsan erdirir sonrasında.
Döndür rotanı Laptaya, dört senemin büyük bölümünü geçirdiğim eski Rum köyüne… Girne’nin en yeşil, en sulak, en güzel evlerini görebeliceğin yere. Yanlız sahiline değil dağlarına çıkıcaksın, köye, sor birine belediyeye çıkacağım diye devam et tepelere…
Belediyeden de yukarı çık sonra, Anadolu Sokağa gir, belki de adanın en güzel sokağına… Yürü mutlaka. Tepedeki manastıra geldinmi Girne ayaklarının altında. Dağ yolundan devam edersen batıya doğru efsane tankı görürsün, çıkartma esnasında beş parmak dağlarının parmağının birinde mahzur kalan… Devam edersen bu yoldan bir manastır karşılar seni demir parmaklıklarından dağların gözüktüğü, karşısında dünyanın ucundaki evin olduğu;bakımsuz ama ihtişamlı, ağzını açıkta bırakan…
Sahile inelim, Lapta sahile, inanır mısın dünyanın ilk balık havuzu yani balık çiftliği burada, kaya mezarlarının gölgesinde ama bilen yok, tanıtan ise hiç ama hiç yok... Biraz daha gidersen toprak yoldan bir kilise çıkacak karşına, denizin kıyısında bir kilise dünyanın sonu gibi, arkasında manastırı. Nerede mi? Askeriyenin içinde, nedense...
Akdenize doğru gidelim, sahilden… Yol boyunca savaşın, ayrılığın gölgesi takip edecek seni. Sağın uçsuz bucaksız deniz solun sapsarı çiçeklerle bezeli yemyeşil ovalar. Neresinden istersen orasından girebileceğin turkuaz deniz, terk edilmiş evler, terk edilmiş kiliseler… Bu yol üzerinde Girne’den batıya doğru 34.km’de, Moranitler var Koruçam’da Lübnan’dan göç etmiş Arap Hristiyanlar. Köyün tam ortasında viran bir lokanta ‘Yorgo Kasap Restaurant’, mutlaka gir oraya ne varsa o gün onu ye, onlar anlatsın sen dinle. Buralarda anlatılacak çok şey, anlatan çok az insan var zira.
Çamlıbel köyüne git bir de Makarios’un evine. Başka bir deyişle Mavi köşke, başka bir deyişle ise Kaçakçı Köşküne. Kıbrıs olaylarının baş kahramanlarından Makarios’un avukatı ünlü İtalyan silah tüccarı’nın evi olduğu biliniyor… İnanılmaz bir yer, bukalemun derisinden büfe her mevsim özel bir sistemle mevsim renklerine bürünüyor…
Batıdan doğuya geçelim; Magosa'ya, diğer adıyla Famagusa’ya yani ‘kumlara gömülü kent’e, isminin kaderini yaşayan kente… Kapalı Maraş 'ölü şehir’ tam burada. İsminin ağırlığınca kumların üstünde ve altında, girmek yasak, uzaktan bakmak serbest, tüm bu anlamsızlığı hissetmek ise kaçınılmaz...74 harekatı sonrası terk edilmiş maraş askere, bir askerler bir de acıları yüklenmiş binalar var burada o kadar… Bu ölü şehirle aynı sahili paylaşıyor Magosa’nın en güzel sahili ,tel örgülerle çevrili sahili…
Sahilden Karpaz'a devam edersen birçok süpriz çıkar karşına; kayaların ucunda kiliseler, kumdan kayalar, terk dilmiş köyler… Dipkarpaz'a varmadan köylere uğrarsan, Rum köyleri ile Türk köyleri görürsün yanyana, buradaki Rumlar çıkartma sonrası terk etmek istememiş köylerini KKTC hükümetide izin vermiş kalmalarına. Gir bir Rum kahvesine otur, bir bakmışsın uzo içerken bulmuşsun kendini yaşlı Rum amcayla... DipKarpaz'a vardığında adanın en bakir, adanın en güzel ve Avrupanın en büyük 2. kumsalı karşılıycak seni ‘Altın Kum’ Afrodit'in doğduğu yer. Mevsimindeysen yumurtlayan deniz kaplunbağaları ya da yumurtalarından çıkan bebekleri. Sakın dokunma, dünyada bu kaplumbağaların üreyebildiği sayılı yerlerden biri burası. Hava rüzgarlıysa Kite sörf yapanlar karşılar seni, hava hafif serinse gün batımında şarabınla sandavicini alıp keyif yaparsın.Vaktin varsa kalırsın Karpazda, sahildeki küçük bungalowlarda...Karpazın ucunda kocaman bir manastır, denizin dibinde, Aziz Andreas Manastırı, içinde yaşlı Rum rahibe, çekinme, biraz asık suratlıdır ama açtır kapıyı gir manastıra…
Manastırdan çıkıncı doğru zafer burnuna Türk ve KKTC bayrağının dalgalandığı adanın en sivri ucuna …
Not: Ceviz ve karpuz macunu ,Kıbrısın geleneksel içkisi zivaniyeyi almayı da unutma…