Çok zaman geçti aslında Yunanistan gezimin üstünden ama
oturup doğru düzgün yazı yazamadım. Hep araya birşeyler girdi durdu. Neyse
bugün itibari ile işlerin yılbaşı sakinliğine girmesinden dolayı ve biraz da
kendimi motive etmiş olmanın verdiği gaz ile bir Yunanistan yazısı yazmak
istedim.
Malum ekonomik krizden sonra Yunanistan-Türkiye ilişkileri
turizm anlamında epey yol aldı. Eskiden Yunanistan’a uğramayan milletimiz bu
sene akın akın Yunan adaları turlarına katıldı. Ben de tabi bu gruba dahil
olanlardanım. Ama benim Yunanistan gezim biraz daha detaylı ve belki biraz daha
ilginçti diyebilirim.
İlk durak Atina, bana kendimi hiç yabancı hissettirmeyen bir
şehir oldu. Yunanca bir kelime anlamasam da sanırım konuşurken ki tonlamaları
biraz bizi anımsatıyor lakin sanki herkes Türkçe konuşuyormuş gibi geldi bana. Yanımda
Atina’yı bir günde görmeye yemin etmiş bir arkadaş olduğu için olsa gerek ilk
gün o kadar çok yürüdük ki otele döndüğümde ayaklarımı hissetmiyordum. Ve bu 10
günlük tatilin daha ilk günüydü. Neyse ayaklarımın ağrısından ziyade ne gördüm ne
yedim ne içtim ondan bahsedeyim biraz. Syntagma (şehir merkezi), Plaka (Türk mahallesi), Monastiraki, Gazi
şehrin gezilmesi gereken yerleri arasında. Ama ben bu çok bilinen yerleri
yazmayayım da en iyisi benim için iyisi kötüsü neydi ondan bahsedeyim. En çok
beğendiğim, gece Akropol’ün alt tarafındaki Dionysos tiyatrosundan güneye doğru
inilen yol oldu. Akropol ise tam bir hayal kırıklığı özellikle bizim gibi
ülkesi tarihi eser konusunda zengin olanlar için. Plaka ise Türk ruhu ve
dükkanları ile ikinci favori mekanım oldu. Zappeio bahçesi ise öğle güneşinden
kaçmak için birebir. Tatilin geri kalanı deniz üzerine kurgulandığı için Atina’da
plaj filan görmedim. Santorini’ye doğru yola çıkmadan önce son olarak küçük bir araba
yolculuğu ile Nafplio’ya gittik. Daha önce yazdığım için tatilin bu kısmını
hızlıca geçiyorum ve merak edenler için linki tekrar veriyorum.
Santorini çok garip bir yer bence. Bir ada hem bu kadar
güzel hem de bu kadar sıradan nasıl olabilir diye düşünmeden edemedim.
Feribotla adaya yanaştıktan ve otele doğru yola koyulduktan sonra içimden “bu
ne ya! Santorini diye anlatıp bitiremedikleri yer burası mı” diye söylendiğimi
hatırlıyorum. Şehir merkezi küçük ve çok şirin bir yer. Ama yine de dillere
destan Santorini bu olamaz diye düşünürken Oia’yı görünce hikayenin dillere
destan kısmının neresi olduğunu anladım. Adada gezinirken bir yerde Santorini’de
sudan çok şarap insandan çok eşek var dendiğini duymuştum. Gerçekten adada doğal
kaynaklardan sağlanan su yok. Eşekler ise ayrı bir hikaye. Şehir merkezine bile
bir tane eşek heykeli dikmişler. Oia’da tepeyi tırmanırken cesareti olanlar o
sıcakta merdivenleri çıkarken benim gibi keyfinin kahyası olanlar eşeklere
binmek durumda kaldı. Eşekten özür dilemekten bir hal oldum. Çok da hoşuma
gitmedi ama n’apalım artık. Bindik bir kere dedik, tırmandık tepeyi eşekle
beraber. Santorini’nin benim için en unutulmaz aktivitelerinden biri ATV
kiralayarak plajları dolaşmak oldu. Benim gibi Ege sevdalısı biri için buranın
denizi ve plajları beni ziyadesiyle
mutlu etti. Ouzerie ise Yunanistan’da gittiğim en keyifli restaurant
oldu. Santorini’ye gidenler lütfen buraya uğramadan gelmesin.
Santorini’den sonra kendimizi Rodos’a attık. Bir yerlerden
ülkeye varmamız gerekiyordu zaten. Marmaris’e gitmeden son bir ada keyfi
yapalım dedik. Rodos, Santorini’den çok farklı bir yer. Bana daha çok
Hırvatistan’ı anımsattı. Ya da Türkiye’den örnek vermek gerekirse Assos’u. Türk
evlerinden geçilmiyor dersem şaşırmazsınız herhalde. Biz de Türk evinden otele
dönüştürülmiş bir yerde kaldık. Rodos’un en güzel günü ise Kolymbia plajında
geçti. Seneye yaza yolu Rodos’a düşeceklere tavsiye ederim.