Haziran 15, 2011

Eğirdir

Sadece yemek yemek için uğradık Eğirdir’e. Çok yolunuzun üstü diyebileceğim bir yer değil. Isparta’ya girdikten sonra Eğirdir tabelasını takip edip biraz yol gidiyorsunuz her saat ayrı bir renge dönüşen gölü görmek için. Gölü görünce epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Hiç beklemediğim neredeyse zümrüt yeşili bir göl gözlerimizin önüne serilmişti. Suyun olduğu her yer ayrı bir güzel oluyor diye konuştuk aramızda. “Güçlüyüz, cesuruz, hazırız” yazısının önünden geçerken Dağ Komando Okulu’nun burada olduğunu öğrendim.

egirdir 2

Elimizde Lonely Planet’ın Türkiye rehberi yokuş aşağı Eğirdir’e inerken açlıktan kıvrandığımız için rehberimizin Eğirdir’in en iyi restaurantı dediği yeri aramaya koyulduk. Yeşil Ada’da bulunan Melodi Restaurant’ı bulmamız çok kolay oldu. Hemen gölün kenarında bir masaya kurulup verdik siparişlerimizi. Ben genelde ne yiyelim, ne önerirsiniz diye soranlardanım. Nitekim burada da sordum ve balık yemem önerildi. Ama malesef benim balığa alerjim var. Aranızda yiyen ve öneren olursa lütfen ses versin. Et ve meze üzerine kurulu masamızda keyfimize diyecek yoktu çünkü herşey çok lezzetliydi. Özellikle de zeytinyağlı sarması.

Vakit darlığı nedeniyle çok gezemedik Eğirdir’i. Hızır Bey Camii ve Dündar Bey Medresesi’nin önünden geçtik, kaleyi uzaktan gördük, gölün kenarında araba ile küçük bir tur attık. O yüzden gezdiklerimden çok şimdilik okuduklarımı biraz derlemek istiyorum.  Hızır Bey Camii Selçuklular tarafından inşa edilmiş daha sonra Hamidoğulları tarafından camiiye çevrilmiş. Camiinin çaprazında bulunan Dündar Bey Medresesi de yine Selçuklular tarafından kervansaray olarak inşa edilmiş daha sonra Hamidoğulları tarafından medreseye çevrilmiş.

Çok hakkını veremedik Eğirdir'in diye düşünüyorum. Bir daha yolumuz düşer mi ondan da şüpheliyim ama siz bir gün Eğirdir tabelası görürseniz yolunuzun üzerinde bence bir göz atın bu küçük ilçeye.

egirdir

egirdir 3

Haziran 07, 2011

Beş Duyu Bir Ada

Tüm duyularınıza hitap eden ve hatta hepsini ziyadesiyle tatmin eden bir küçücük adacık Bozcaada.

Daha Geyikli’de başlıyor görsel ziyafet. Feribotta sabırsız bir bekleyiş. Adada sizi beklediğini bildiğiniz koylar ve rüzgar güllerinin hayali... Ara sokaklarda şişelenen ardından sergilenen şarapların görüntüsü. Görmek ile başlıyorsunuz Bozcaada’yı hissetmeye. Ardı da geliyor zaten peşi sıra.

Şimdilerde içeri kadar giremeseniz de eskiden rüzgar güllerinin arasında yürüyüp, koyun sonundaki deniz fenerinin içinde dolanabiliyordunuz. Uzaktan salına salına dönüyor gibi görünen rüzgar güllerinin her dönüşte çıkardığı sesi gözünüzü kapatıp dinleseniz siz de başlayacaksınız o dönüş sesinin ritmine ayak uydurmaya. Daha neler mi fısıldıyor Bozcaada kulaklarımıza, Ege’nın rüzgarı, denizin dalgası, şarap şişelerinin tıngırtısı... Adayı işitmek böyle birşey...

Buram buram kekik kokusu aslında Ege’ye mahsus birşey. Ama nedense Bozcaada’da daha net alabiliyorsunuz kokuyu. Akşam çöküp herkes yemeğe oturdumu masaların arasında gezinen ızgara balık kokusu, şerefeler arasında yayılan anason kokusu . . . Adayı koklamak...

Rakınızın yanına getirdikleri Ege’nin leziz otları... rakısı balığı mezesi... üstüne tanımadığım börülcesi...ada şarabı... Ada Cafe’nin güzel tatlıları... gelincik şerbeti.... Bozcaada’ya gitmek için her biri ayrı ayrı neden sayılır benim için. Koreli’de ya da Vahit’in yerinde manzaraya karşı yenilen yemekler. Tatmak, tatmak, tatmak işte bütün mesele bu ! güneş adada batıp insanlar masaya oturunca...

Ayaklarınızın altında uzanan Ayazma’nın kumu, bağ bozumunda avuçlarınızın içindeki ada üzümü, serin denizin cildinizde yarattığı yanma... Adaya dokunmak belki biraz adalı olmak...

Bana bu coğrafyada bütün bunları yaşatan tek yer burası. Kimbilir belki bir gün Bozcaada'lı olurum. O zamana kadar sağlıcakla kal güzel ada !

20090731_73

Haziran 05, 2011

Geçmiş daha geçmemişken... Bergama tarihin bugüne karıştığı sokakları ile sizi bekliyor

Pers, Büyük İskender, Frigya, Trakya Krallığı, Roma ve Bizans dönemlerini görmüş, daha ilk çağlarda çok güzel anıtlar çıkarmış ve aynı adı taşıyan krallığın merkezi olmuş Bergama antik dönemdeki ismiyle Pergomon salına salına gezdiğimiz Ege gezimizin ilk durağıydı. İzmir’in 100 km kuzeyinde bulunan ilçe, zamanının önemli sağlık merkezlerinden Asklepion, ilk yerleşim alanı olan 300 m. yüksekliğinde dik bir tepe üzerinde kurulan Akropol ve Serapis Tapınağı’na (Kızıl Avlu) ev sahipliği yapıyor.

DSC_5031 DSC_5120 DSC_5113 DSC_5132

Çok dik bir tepede yer alan Akropol’e araba ile çıkılsada şimdilerde kullanılan yeni yol 8 ay önce resmen açılan teleferikten geçiyor. Çok tartışma yaratmış teleferik inşaatı ama şimdilerde herkes hayatından memnun gözüküyor. Kişi başı 8 TL ödeyerek 4 dakikada Akropol’e çıkıyorsunuz. Bergama Kral Sarayları, Athena Tapınağı, kütüphane, Zeus sunağı Akropol’de görülecek yerler arasında. Adını bir türlü doğru telafuz edemediğim Asklepion dönemin sağlık merkeziymiş. Sütunlu bir caddeden geçip Asklepion’a geliyorsunuz. Maalesef zamanımız çok az olduğu için burayı çok detaylı gezemedik. Günümüzde kentin içinde kalan eski Bergama'nın en büyük yapısı olan Kızıl Avlu ise Mısır tanrılarına adanmış bir tapınak. Çok güzel fotoğraflar çekip geldik buradan.

Bergama’nın birde mutlaka gezilmesi gereken ara sokakları ve Bergama evleri var. Günlük hayatın sürdüğü, çoluk çocuk yaşlı genç herkesin taş yollarında dolandığı sokakları ve güzelim rengarenk evleri gezinizin en eğlenceli rotası olacaktır.

Unutmadan, yemeği Bergama Ticaret Odası’nın tesislerinde yedik. Size de tavsiye ederim.

DSC_5140

DSC_5065

Haziran 04, 2011

Salına salına gezdim Ege'de

Bu sene tam anlamıyla leyleği havada gördüm. Mecazi anlamda konuşmuyorum... Leylekleri göç ederken gördüm, gözümün önünde süzülürken gördüm, yuvasından havalanırken gördüm, Frig Vadisinde kayalıkların arkasına saklanırken gördüm . . . O gün bugündür bir nevi yollarda ve dolayısıyla keşiflerde sayılırım. Zaten bu yola baş koymuş biri olarak yollarda olmamam beni ciddi sıkıntı içine sokuyor çoğu zaman.


Üç gün önce Bergama’da tarih gözlerimin önüne seriliyor... Deniz yok, rüzgar yok ama Ege tüm güzelliğiyle orada. Şaşırıyorum biraz deniz olmayan ama bu kadar sevimli olan bir kasabanın var olmasına. Bir de insanların yardım severliğine, güleryüzüne. Çocuklar her zamanki gibi şen, oyunlarda... Biz kendimizi Bergama’nın eski Rum mahallesinin içine dalmış buluyoruz, sokaklar, güzelim Rum evleri, bir kadeh şarap ve huzur – özgürlük !


İki gün önce Behramkale’de Ege’nin rüzgarı yüzüme çarpıyor . . . Yine tarih gözlerimizin önünde... Güneş batımını yakalayamamış olabilirim ama karşı yakaya nazır oturup sessiz sakin güneşin, rüzgarın ve hayatımda ilk defa bulduğum huzurun tadını çıkartıyorum – özgürlük !


Dün Bozcaada’da rüzgar güllerinin önünde resim çektiriyorum... yine o tanıdık Ege rüzgarı, biraz yakan ama içimi ısıtan güneş ve yine o huzur – özgürlük !


Yollar beni biraz özgür kılıyor. Camdan dışarı bakarken düşündüklerim, hayal ettiklerim, umut ettiklerim içten içe besliyor beni. Tabi aynı camdan görünen kılıflara bürünmüş sözüm ona gerçek olan hayallerimizin pankartları ciddi can sıkıntısı yaratsada, ülkemin güzelliğinden (şimdilik) hiçbirşey yitirmemiş olması içime su serpiyor.

bergama sevgi yolu