Ocak 26, 2012

Değişen huyum, Alain De Botton ve Ateistler için Din


Bir huyum var! Aslında bugüne kadar biraz meziyet saydığım ama gerçekte zaman kaybı anlamına gelen... O da şu, bir kitaba başladığım zaman sevmesem bile onu bitirmem gerekiyor diye düşünürdüm hep. Sanki kitabı bitirmemek yenilgiyi kabul etmek gibi... elindeki işi yarım bırakmak gibi...

Dün itibari ile bu düşüncemi tamamen değiştirmiş bulunmaktayım. Düşünceleri ile beni besleyen insanlar var etrafımda ki bu da hergün bana yeni birşey öğretiyor. Sevmediğim bir kitaba ortalama 15-20 saat ayırmaktansa, sevdiğim bir şeyi yaparak hayatımı daha anlamlı kılacağımı farketmenin verdiği bir hafiflik var üstümde. “Yaşasın ! Bu kitabı bitirmek zorunda değilim” diye sevinirken buldum bugün kendimi. Hayatımda ilk defa bir kitabı bitirmeden kitaplığıma kaldırdım. 2004'te Felsefenin Tesellisi ile tanıştığım ve bugüne kadar çok severek okuduğum Alain De Botton’la bu sefer (en azından şimdilik) yollarımız ayrıldı.

TED’de Atheism 2.0 ‘yu izlediğim zaman çok heyecanlanmıştım. Kitaba başlayınca aynı heyecanı yakalayamamış olsam bile Alain De Botton’un TED konuşmasını burada sizlerle de paylaşmak istedim çünkü bence çok ilham verici. Kitabı okuyanlara iyi okumalar, diğerlerine ise şimdilik iyi seyirler . . .


Ocak 20, 2012

Yamuk evler, binlerce bisiklet ve dahası . . . Amsterdam


Üç günlük kısa bir Amsterdam gezisi yaptık. Kanalları, köprüleri, binlerce bisikleti, yamuk evleri ve diğer her türlü aktivitesi ile üç gün bence Amsterdam için gayet yeterli bir süre. Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama Avrupa şehirleri birbirine çok benzediği için yeni bir yer görmek gibi değil de sanki tanıdık bir yeri ziyaret etmek gibi bir his uyandırdı bende bu şehir.

Diğer Avrupa şehirlerinden en büyük farkı sizin de tahmin edeceğiniz üzere herkese tanınan hakların biraz daha geniş çerçevede tutulmuş olması. Yani bu gezinizde space cake ya da mantar yemek ya da biraz ot tüttürmek isterseniz coffee shop’larda menüler ya da köşe başındaki dükkanlar sizi bekliyor. Dubai’ye gittiğimde koca şehirde sadece iki tane alkol satan yer olduğunu söylemişlerdi bana. Bir tanesi şehrin epey dışındaymış hatta. En can alıcı kısmı ise alkol satın almak için ehliyetinizin olması gerektiği idi. Dönüp bir de Amsterdam’a bakınca, uyuşturucu satan dükkanları görmek biraz ürkütücü ama yine de heyecanlı olabiliyor. Tabi meşhur Red Light District i de unutmamak lazım. Seksin bu kadar göz önünde yaşandığı başka bir yer var mı bilmiyorum. Seks turizmiyle ünlü yerleri gezmişliğim de var (mesela Bangkok) ama bu kadar ifşa edildiğine ilk kez şahit oluyorum. Bunların hepsi bir deneyim tabi. Farklı hayatları görmek bazen “keşke bu bizim ülkemizde de olsaydı” ya da “allahtan bu bizim ülkede yok” demek farklı bir tecrübe. Yine de daha muhafazakar bir toplumda büyümüş olmanın verdiği o garip hisle dolandım Amsterdam sokaklarında.

Köşe başı patates kızartması satan dükkanlarla dolu bu şehir. Patates kızartması nasıl meşhur olmuş bilmiyorum. Belçikalıların keşfettiğini ve Fransızların meşhur ettiğini düşünürseniz, Amsterdam’da patates kızartması yemenin biraz garip olduğunu kabul edersiniz sanırım. Bir de Starbucks’tan çok H&M’in olduğu bir alışveriş caddesi var ki bu da epey ilginç bir durum benim için - malum bizim köyde her yer Starbucks kaynıyor.

Geleneğimi bozmayıp Amsterdam’ın meşhur yerlerini burada sıralamayacağım size. Ama benim hafızamda yer edenlerden kısaca bahsetmek istiyorum. Kanalların arasında yürümek çok eğlenceli. Özellikle yamuk evleri ve mimarisi çok keyifli. Anne Frank’ın müzesi bence kesin görülmesi gereken yerlerden biri. Çünkü kitabını yazarken ve Nazilerden gizlenirken yaşadığı evin içinde geziyorsunuz. Hangi odada yaşadığını, nerede yemek yiyip nerede uyuduğunu görmek özellikle kitabı okuyanlar için çok ilginç bir tecrübe. Krep yemektir diyenler için Anne Frank’ın evinin çok yakınında meşhur “The Pancake Bakery” var. Burayı da birçok gezi rehberinde bulabilirsiniz ama çok büyük umutlarla gitmeyin. Bir de çok merak ederek gittiğim Hermitage Müzesi var. Sanat severler eminim çok beğenecektir. Merak edenler için söylemeden geçemeyeceğim evet bu Hermitage St Petersburg’daki meşhur Hermitage’ın Hollanda şubesi, ama daha az ihtişamlısı ...

Başka bir şehir olsaydı zamanınız olursa diye başlardım bu cümleye ama Amsterdam için geçerli olmayacağı için mutlaka zaman yaratıp trene binip şehrin 20-25 dakika dışına çıkın ve Zaanse Schans’ı bir ziyaret edin. Burası masallardan çıkmış gibi. Eski zamanlardan kalma yel değirmenleri ve kutu gibi çok şirin evleri ile bence farklı bir yer görmenin verdiği o duyguyu ziyadesiyle size tattıracak bir yer. Ama bana sorarsanız ilkbahar ya da yaz burayı ziyaret için daha doğru bir zamandır. Çiçekler açmış ve nehir donmamışken daha güzel bir görüntü verdiğini söyledi yerli halk. Hatta yazın yel değirmenlerinde barbekü vs yapabiliyormuşsunuz.

Yeldeğirmenleri ile ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Çok az çalışanı var bu değirmenlerin. Genelde gönüllülerin yardımı ile iş görebiliyorlarmış. Kimi tomruk üretiyor kimi yağ ama üretim kapasiteleri tahmin edersiniz ki çok kısıtlı. O yüzden temel geçim kaynakları (ürettikleri ürün dışında) turizmmiş. Kesinlikle görmeye değer bir yer. Şehir merkezinden sürekli tren var o yüzden ulaşımı epey rahat.  



Bir şehri görmenin en güzel yolu yürümekten geçiyor. Amsterdam çok büyük bir yer olmadığı için sokaklarında bol bol yürüyün derim. Hazır pek kaybolma ihtimaliniz yokken keyfini çıkarın kanal yürüyüşlerinin. 

Bir de unutmadan son bir tavsiye . . . Kozmetik severler için Sabon mutlaka gidilmesi gereken bir yer. 


Fotoğrafların bir kısmı  thenextnew.blogspot.com'tan alınmıştır.

Ocak 19, 2012

Bende istiyorum bunlardan bir tane . . .

Bu cep projektörleri epey ilgimi çekti. Hele bizim gibi Iphone, Itouch ve Ipad kullananlar için birebir.

Laptop ve fotoğraf makineleriyle de kullanılabiliyormuş.

Bende istiyorumm...

Ocak 13, 2012

Cornelia & Co , Pins in My Map Konukları 3


Epey zaman oldu blogumda konuk yazar ağarlamayalı. Geçenlerde çocukluk arkadaşım ile Londra'da buluştuk. O kadar zaman geçmiş ki üstünden en son görüşmemizin... Sanırım vatkalar ve dar blue jean ler modaydı en son birbirimizi gördüğümüzde. Neyse lafı fazla uzatmayayım... Dilek'te benim gibi gezi tutkunlarından. Hem fotoğraf çekiyor hem de blog yazıyor. Bu fırsattan istifade hemen bir yazısını sizinle de paylaşmak istedim. Barcelona'ya gideceklere güzel bir mekan tavsiyesi...

Bu yazıdan daha fazlasını Dilek'in bloguna bulabilirsiniz. Buyrun The Mint Elephant'a . . .

Cornelia & Co, vazgeçilmez şehrim Barcelona'ya son ziyaretimde keşfettiğim market, restoran, alışveriş mekanı ve cafe.

Tasarımını Josep Juanpere'nin yaptığı bu mekana, vespamızın yolda kalması ile girmek durumunda kaldığımız günü özlemle anıyorum.

Kendilerini "the daily picnic idea" olarak tanımladıkları bu çok fonksiyonlu yere mutlaka gidilmeli. Özellikle dekorasyonuna hayran kaldım.

Çok büyük bir alanı kendi ihtiyaçlarına ve sundukları hizmete göre bölmüşler ve dizayn etmişler. Gittiğinizde su şişelerine hayran kalacaksınız. Ekstra 1 euro vererek şişeye sahip olabiliyorsunuz, benden söylemesi.

Fazla söze gerek yok bence... Resimler herşeyi anlatıyor, değil mi ?





Benim gibi fotoğrafı ve kahveyi çok sevenler için ...


Ocak 11, 2012

Illegal Sanat - Graffiti


Türkiye’de daha çok gelişmemiş olsada, graffiti yurtdışında bir çok ülkede sokakları süslüyor. Geçtiğimiz yaz İstanbul’da ki graffitileri fotoğraflamaya yeltenmiştik. O zamandan aklımda kalan, bizde formunun daha küçük ve genelde yazılar ile dolu olduğu idi. Şimdilerde Londra’da dolanırken işin gerçekten sanat kısmını görebiliyoruz. Bu da aslında Londra keşiflerimizi daha keyifli hale getiriyor. Bomboş bir sokakta yürürken bir anda karşımıza bir graffiti çıkıyor ve o sokak bir bakıma bir anda sanatsallaşıyor.

Graffitinin tarihçesi de çok ilginç. Taa mağara duvarlarına çizilen şekillere kadar dayandırılıyor. Ama insanoğlu okuma yazmayı söktüğünden beri graffiti daha farklı bir amaca hizmet etmeye başladı. Ana çıkış noktası 2. Dünya Savaşı sırasında Berlin duvarının iki tarafına çizilen graffitilermiş. Daha sonra ‘60larda Amerika’da daha çok sokak çeteleri tarafından kullanılmış. ‘70lerde ise şimdiki halini almaya başlamış.

Ben de size 2000’lerde ki halini göstermek istiyorum. Londra graffitilerini görmek isteyenler, buyrun ...




Fotoğraflar: Özlem Üçüncüoğlu, Notting Hill, Hoxton & Shoreditch - London

Ocak 08, 2012

ne düşünüyorsun ?

İstanbul'da caddedeki Starbucks'lardan birinde otururken karşımda gerçekleşen sahneyi anlatmak istiyorum size. İki kız, belli ki 20li yaşlarının başında, kahve alıp bir masaya oturdular. Oturmaları ile Iphone larını eline almaları bir oldu. 20-25 dakika izledim kızları, çıtları çıkmadı. İkisi de sadece telefonları ile meşgullerdi. Bir süre sonra bilmem kimin post unu gördün mü dedi biri diğerine... Evet ya şimdi ona yorum yapıyordum, dur bekle bak ne yazıcam dedi. Ne yazıcağını söylemedi bile... Karşısında oturan arkadaşına ne yazacağını söylemeyip, facebookunda yayınladığı posta yönlendirdi resmen. Sizce de çok sunileşmiyor mu hayatlar ? N'oluyoruz yahu? Konuşmayı unuttuk, facebook statülerini güncellemekten. Şimdi sizi duyar gibiyim. -E, sen yapmıyor musun ? diye sorarken. Beni tanıyanlar bilir ciddi bir facebook kullanıcısı değilim ben. O yüzden oturduğum yerden eleştirmek daha kolay benim için. Ve sorunuza cevap vereyim "evet, facebook kullanıyorum" ama daha bir kere bile karşımda oturan arkadaşımla konuşmak yerine oturup facebook statülerini okumadım.

Geçenlerde bloglar arasında geziniyordum. Yeni yılda neler yapacaklarından bahsediyorlardı. Bir tanesi birkaç aydır facebook ve twitter orucundayım diye yazmış ve eklemiş " inanmıcaksınız ama çok iyi geldi, siz de deneyin... ". Neyse bu facebook muhabbetini çok uzatmamak lazım, lakin kimseyi eleştirmek değil niyetim sadece bu sunileşme canımı sıkıyor. Ve benim başıma gelsin istemiyorum ama artık yapılacak birşey yok, teknolojiye yenik düştük bir kere.

Onun yerine yeni yılda ben ne yapacağım ondan bahsedeyim. Bir süredir aklım çok dağınıktı. Bir sürü kitaba başlayıp hiçbirini bitirememiştim. Yeni yıla girerken ilk hedefim bu kitapları bitirmekti ve bitirdim. Şimdi gönül rahatlığı ile yeni hikayelere yelken açabilirim. İkinci hedefim blog adresimi .com yapmaktı. Onu da yaptım. Artık bana www.pinsinmymap.com adresinden ulaşabilirsiniz. Farkındayım son zamanlarda gezi yazılarından çok ne okudum ne düşündüm yazıları yazıyordum. Ben de en iyisi bloguma yeni bölümler ekleyeyim dedim. Okuyup beğendiğim, dinleyim bayıldığım, hayatıma renk katan herşeyi blogumda kısa kısa sizlerle paylaşmaya karar verdim. Ve bu yeni haline getirdim. Beğendiniz mi ?

Şimdi sırada ne var ? Bilmiyorum.... Biraz sınırları zorlamak, biraz rahatımı bozmak istiyorum. Yeni şeyler öğrenmek, keşfetmek ve hayata biraz daha farklı bakabilmek istiyorum. Sanki doğru yoldayım... Ama sonuç ne olur yaşayıp göreceğiz.

Herkese iyi yıllar dilerim. Umarım bu sene hep beraber hayallerimizin peşinden gidebiliriz ...

Sevgiler


Ocak 02, 2012

Geffrye Muzesi, Londra


Geffrye Müzesi, 02.01.2012, Londra





Londra'da daha önce hiç görmediğim yerleri keşfetmek yeni keyfim oldu. Bugün Hoxton etrafında gezintiye çıktığımızda Geffrye Müzesini keşfettik ve İngiliz ev hayatının müzeleştirilmiş halini gördük.
Fotoğraf : Özlem Üçüncüoğlu

Geffrye, İngiliz ev ve bahçe hayatını anlatan, özellikle orta sınıf ailelerin belli yıllardaki yaşayış tarzlarını (özellikle oturma odalarını) gösteren keyifli bir yer. 1600lü yıllardan başlıyor anlatmaya günümüze kadar geliyor. Belli yıllarda kullanılan mobilya, tabak, çanak, perde, halı vs birçok eşyanın sergilendiği küçük odacıklardan oluşuyor. Geçmişten günümüze yaşanan değişiklikleri bir odadan diğerine geçerken çok net görebiliyor olmak oldukça ilginçti.

Müzeye giriş ücretsiz. Sadece Pazartesi günleri kapalı. Daha detaylı bilgi için müzenin internet sitesine buradan ulaşabilirsiniz.

Fotoğraf : Özlem Üçüncüoğlu