Aralık 28, 2011

Eylül'den kalma Yunanistan hatıraları


Çok zaman geçti aslında Yunanistan gezimin üstünden ama oturup doğru düzgün yazı yazamadım. Hep araya birşeyler girdi durdu. Neyse bugün itibari ile işlerin yılbaşı sakinliğine girmesinden dolayı ve biraz da kendimi motive etmiş olmanın verdiği gaz ile bir Yunanistan yazısı yazmak istedim.

Malum ekonomik krizden sonra Yunanistan-Türkiye ilişkileri turizm anlamında epey yol aldı. Eskiden Yunanistan’a uğramayan milletimiz bu sene akın akın Yunan adaları turlarına katıldı. Ben de tabi bu gruba dahil olanlardanım. Ama benim Yunanistan gezim biraz daha detaylı ve belki biraz daha ilginçti diyebilirim.

İlk durak Atina, bana kendimi hiç yabancı hissettirmeyen bir şehir oldu. Yunanca bir kelime anlamasam da sanırım konuşurken ki tonlamaları biraz bizi anımsatıyor lakin sanki herkes Türkçe konuşuyormuş gibi geldi bana. Yanımda Atina’yı bir günde görmeye yemin etmiş bir arkadaş olduğu için olsa gerek ilk gün o kadar çok yürüdük ki otele döndüğümde ayaklarımı hissetmiyordum. Ve bu 10 günlük tatilin daha ilk günüydü. Neyse ayaklarımın ağrısından ziyade ne gördüm ne yedim ne içtim ondan bahsedeyim biraz. Syntagma (şehir merkezi),  Plaka (Türk mahallesi), Monastiraki, Gazi şehrin gezilmesi gereken yerleri arasında. Ama ben bu çok bilinen yerleri yazmayayım da en iyisi benim için iyisi kötüsü neydi ondan bahsedeyim. En çok beğendiğim, gece Akropol’ün alt tarafındaki Dionysos tiyatrosundan güneye doğru inilen yol oldu. Akropol ise tam bir hayal kırıklığı özellikle bizim gibi ülkesi tarihi eser konusunda zengin olanlar için. Plaka ise Türk ruhu ve dükkanları ile ikinci favori mekanım oldu. Zappeio bahçesi ise öğle güneşinden kaçmak için birebir. Tatilin geri kalanı deniz üzerine kurgulandığı için Atina’da plaj filan görmedim. Santorini’ye doğru yola çıkmadan önce son olarak küçük bir araba yolculuğu ile Nafplio’ya gittik. Daha önce yazdığım için tatilin bu kısmını hızlıca geçiyorum ve merak edenler için linki tekrar veriyorum.

Santorini çok garip bir yer bence. Bir ada hem bu kadar güzel hem de bu kadar sıradan nasıl olabilir diye düşünmeden edemedim. Feribotla adaya yanaştıktan ve otele doğru yola koyulduktan sonra içimden “bu ne ya! Santorini diye anlatıp bitiremedikleri yer burası mı” diye söylendiğimi hatırlıyorum. Şehir merkezi küçük ve çok şirin bir yer. Ama yine de dillere destan Santorini bu olamaz diye düşünürken Oia’yı görünce hikayenin dillere destan kısmının neresi olduğunu anladım. Adada gezinirken bir yerde Santorini’de sudan çok şarap insandan çok eşek var dendiğini duymuştum. Gerçekten adada doğal kaynaklardan sağlanan su yok. Eşekler ise ayrı bir hikaye. Şehir merkezine bile bir tane eşek heykeli dikmişler. Oia’da tepeyi tırmanırken cesareti olanlar o sıcakta merdivenleri çıkarken benim gibi keyfinin kahyası olanlar eşeklere binmek durumda kaldı. Eşekten özür dilemekten bir hal oldum. Çok da hoşuma gitmedi ama n’apalım artık. Bindik bir kere dedik, tırmandık tepeyi eşekle beraber. Santorini’nin benim için en unutulmaz aktivitelerinden biri ATV kiralayarak plajları dolaşmak oldu. Benim gibi Ege sevdalısı biri için buranın denizi ve plajları beni ziyadesiyle  mutlu etti. Ouzerie ise Yunanistan’da gittiğim en keyifli restaurant oldu. Santorini’ye gidenler lütfen buraya uğramadan gelmesin.

Santorini’den sonra kendimizi Rodos’a attık. Bir yerlerden ülkeye varmamız gerekiyordu zaten. Marmaris’e gitmeden son bir ada keyfi yapalım dedik. Rodos, Santorini’den çok farklı bir yer. Bana daha çok Hırvatistan’ı anımsattı. Ya da Türkiye’den örnek vermek gerekirse Assos’u. Türk evlerinden geçilmiyor dersem şaşırmazsınız herhalde. Biz de Türk evinden otele dönüştürülmiş bir yerde kaldık. Rodos’un en güzel günü ise Kolymbia plajında geçti. Seneye yaza yolu Rodos’a düşeceklere tavsiye ederim.

Aralık 24, 2011

Günü kurtarmak


Anıların, kişilerin, olayların iyisini ve kötüsünü aynı aynda aklımızda tutmak, dünü ya da yarını ona göre tartıp biçmek ne kadar mümkün bilemiyorum. Bazen ikisine birden yer olmuyor aklımızda. O zaman seçmek gerekiyor bir tanesini... İyiyi mi tutucaksın içinde yoksa kötüyü mü ?

Neye hayır diyeceksin mesela ? İnsan hayatındaki “hayır”ları boşa harcamamalı. Kötüyü hayatından çıkarmanın tek yolu kesin bir “hayır”dan geçiyor bence. Öyle iki ara bir dere cevap değil, öyleyse böyle olur, şunu yaparsan belki bu olmaz gibi aralıklar bırakılan cümlelerin hiç bir faydasını görmedim ben. Ne zaman “ hayır” diyebildim, o zaman yoluna girdi işler. O zaman seçmek zorunda kaldım işte, iyi anıları mı tutucaksın yoksa kötüleri mi dedim... Günü kurtarmak daha sahte bir tavır gerektiriyor bazen. Bir yıl sonranın planını yapmak istiyorsan o zaman yalan günler saatler yerine, neyi istemiyorsan çıkartmak lazım hayatından. Benim için bunun ne olduğu çok belli. İyiyi tutmak için aklımda, yalanı çıkartmak lazım hayattan. Ne kadar acıtırsa acıtsın gerçek ya da o kesin “hayır” cevabını duymak, hiç birşey doğru cevabın rahatlığını vermiyor insana. En azından biliyorsun cevabı. Önün açık, yürüyeceğin yol belli.


Bazen bir yıl sonranın planını yaparsın. Bazen tek derdin o birkaç saati atlatmaktır ya da sadece o günü kurtarmak...


O kurtarışta yalan gülümsemeler, sahte tavırlar olur mu ? Olur.


Zaten başka yolu da yoktur. Eğer olay sadece ilk 24 saati kurtarmaksa yalanın da ömrü o kadardır. Ama her günün böyle ise işte o zaman hayat yalan, saatler yalan, ben yalan...


Karamsarlık bu ya ! Bırakmıyor yakamı bu aralar. Zaten yalan dünyası değil mi bu dünya, ne farkeder diyesim geldi...


Üstüne de bir kadeh rakı içesim...


Son iki gündür aklımda dolanan şarkı da cabası - bir yerinde gittiğin yollardan dönülmez geri diyor - bana hatırlattığı başka tabi...


Yalanın yolu dönülmez yol ! tek yön yani ! artık git gidebildiğin kadar...



Aralık 21, 2011

Sosyal Alerjilerim



Fiziksel olarak bir reaksiyon göstermesem bile kafamın tasını attıran sosyal alerjilerim var benim. Mesela cak cak sakız çiğneyen kimseye tahammül edemiyorum. Bir anda teller atıyor kafamda ve oturup sakız çiğneyenin kafasını nasıl kırarım düşünceleri sarıyor beni.

Yemeğinin içine gömülüp iki dakikada yemek bitirenlere de alerjim var. Bir dur yahu ! Bir keyif al yediğinden. Ne yediğini anladın mı sen şimdi iki dakikada yemek bitince. Hayır yaparsın uğraşırsın bütün gün sonra iki dakikada biter herşey. İki dakika, 120 saniye... Bu ne hız be kardeşim.

Ailecek deliyiz aslında biz. Diş gıcırdatan, ağzıyla herhangi olmaması gereken bir ses çıkaran, bozuk parayla oynayan, anahtarlarını sürekli sallayan herkese alerjimiz var bizim. Çekirdek, cips ve patlamış mısır ise ayrı bir kategori.

Başka insanların alerjilerini de gördüm ama içimden “ay deli mi ne bu” diyemedim ömrü hayatımda, kendi deliliğim yüzünden. Biriyle tanışmıştım mesela sigara izmariti olan kül tablasını eline alamıyordu ama sigara içiyordu.

Bir arkadaşım bu taksilerde kafası sallanan hayvan figürleri varya onlara takıktı. Her seferinde "abi bu ne şimdi, niye koydun buraya bu hayvancıkları, sinirini bozmuyor mu" diye sorup dururdu. Ya bırak adamı derdim, koymuş işte özenmiş bözenmiş para vermiş almış. Yok inatla her gördüğü yerde sallanan kafalı hayvancıkların sahiplerini taciz ederdi.

Hey yarabbim... demiyorum tabi – vardır bir bildikleri mutlaka 

Senin aklına nerden geldi şimdi diye soracaksınız, bilimsel anlamda sosyal alerji diye birşey olduğunu öğrendim de kendime uyarlayasım geldi.

Sizin ne gibi delilikleriniz var ?

Aralık 20, 2011

Shoreditch

-          Bir vintage cenneti görmek istiyorsanız


-          Londra’da kurulan pazarlara bir zaafınız varsa ve Spitalfields’a daha adım atmadıysanız

-          Lomography dükkanı arıyorsanız

-          Hiç bir şey olmasa bile insanları izlerim, sokakları keşfederim diyorsanız



Geçmişte rahibelerin merkezi olan Shoreditch’i bir görün derim. 

Gitmişken farklı bir ortamda fish and chips yemek isterseniz, Poppies of Spitalfields tavsiye edilir.


Aralık 11, 2011

Dünden sonra yarından önce ince çizgiler


Duyum eşiği diye birşey var. Lisede psikoloji derslerinde tepki, duyum ve duyum eşiği sıralamasıyla anlatırlardı. Hatırladınız mı ? Sevgilimiz bizi sinirlendirdiğinde kafasına fırlatılan bardak eylemi bir tepki mesela. Duyum ise duyduğumuzu, gördüğümüzü vs algılama durumumuz. Duyum eşiği ise ne zaman duymaya, görmeye başladığımız ve nereye kadar görüp duyabildiğimiz.

Ne zaman duymaya başlıyoruz mesela ya da nereye kadar görebiliyoruz? Nereden sonra başlıyor körlük, sağırlık ?

İşin ilim bilim irfan kısmını bir yana bırakarak olayı tamamen farklı bir boyutta yorumlayasım geldi bir anda.  Bence canımız ne kadarını istiyorsa o kadarını görebiliyoruz ya da duyuyoruz. Gerisi gerçekten orada olsa da bize yalan... Bilmediğiniz şey aslında yoktur derler ya onun gibi birşey işte. İnce bir çizgi bu biliyorum. Zamanını, mekanını bilemediğimiz ince bir çizgi. 

Kaldırsak bu ince çizgileri olmaz mı ? Yoksa hiç aşmamalı mı ?

İnce çizgilerle dolu hayat. Söylediğin her sözü tartman gereken ve bir şekilde güzel bir paket haline getirip sunman gereken zamanlarla dolu sözüm ona arkadaşlıklar var mesela. O kadar az insan var ki bizi olduğumuz gibi kabullenen, öyle seven ve yanında kendimizi rahat hissettiğimiz. İnce çizgiler yok onlarla beraberken. Saf benliğimiz var. Biliyorsunuz ki yanlış da yapsanız onlar orada sizinleler. Elleri üstünüzde, tökezlediğiniz an yanınızda... 

Bugün epey duydum bu varlığı muallakta olan çizgiyi de oradan takılıp kaldı aklıma. "Çok ince bir çizgi var orada" der insanımız çoğu zaman. İşte o çizgiyi aştın mı çok ayıp olur, bu iş biter, kavga edersin ya da en tehditkar olanı "kaybedersin" vs... vs...  

Olmaz yani ! hiç uğraşmayın o çizgi oradan kalkmıyor. Aşmayın da zaten size zahmet ... yoksa bir sürü dert, tasa, tantana... Sonra ayıkla pirincin taşını...

Yazının başlığı olduğu için ve biraz da umut dolu bitsin diye bu yazı, yıllar önce unuttuğum bu şarkının sözlerini de buraya yazmadan edemedim

Ne güzel bir gece
Sanki daha aydınlık
Sanki bir kapı
Yarınlara aralık
Hem yarından önceki büyük umutlarla
Hem dünden sonraki pişmanıkla karışık


Aralık 06, 2011

İki nefes arası suni hayatlar

Geçen bir arkadaşım facebook'ta paylaşmıştı. 
If you don't like where you are, then change it. You are not a tree


Derken okuduğum kitap başka bir yorumla çıkardı benzer mesajı önüme 
When conditions change, you must change your strategy and mind. That's not indecisiveness, that's pragmatism. 
(Richard Stengel)


Kendi ellerimle yazmıştım değişim sabittir diye. Ama bu aralar beni biraz yordu bu koşturmaca. Gecenin ikisinde suni hayatıma bilgisayarımın başında devam ederken (suni hayatım iş hayatım bu arada, yıllardır home office modunda çalıştığım ve beraber iş yaptığım insanların genelde sadece skype'ta seslerini duyduğum için hayatımın bu alanı benim için oldukça suni) can sıkıntısı ve muz kabuğu eşliğinde bir yandan kuru üzüm raporu yazıp bir yandan hayatın gidişatını sorgular hallerdeyim. Kuru üzüm oldu bu gece hayatım anlayacağınız.


Kasım ayı nedense bana geçen senenin aynı zamanlarını hatırlattı. Bir karamsarlık çöktü üzerime bir türlü atamadım üstümden. Aslında sevdiğim insanlar yanımdaydı ve zorluk derecesi alt seviye sularında dolandı ama yine de birşeyi unutmamak gerek...Ne yaşıyorsak tek başımıza yaşıyoruz. Kimse sizin gördüğünüz noktadan sizin gördüğünüz şeyi göremiyor. O yüzden söyleniyorum kendi kendime; safi yalnızlığımızı bir kabul edelim önce... belki hayat daha kolay gelir ondan sonra hepimize . . .


İyi sabahlar


Bu blog iyice amacından saptı. Habire okuduğum kitaplar ve kendi kendime muhabbet modunda ilerliyorum - farkındayım....

Ekim 28, 2011

tatlı su anarşisti mi ?


Bir deyiş var, “herkes kendi bildiği kelimeler kadar kendini anlatabilir ya da karşısındakini anlayabilir” diye. Yüz yıllar boyunca süregelen “gerçek nedir” tartışmasına yeni bir soluk getirmek gibi bir niyetim yok ama bazen “kendimi anlatabiliyor muyum” un derdine düşüyorum. Ondan arta kalan zamanımda da “acaba doğru anladım mı?” sorusu ile meşgul oluyorum. 

Malumunuz okuduğum kitaplardan alıntı yapıp bloguma yazmak adetim oldu adeta. Elimde Kate Fox’un Watching the English adlı kitabı var. Fox kendini sosyal bilimadamı olarak tanımlıyor kitapta ve kendi toplumunu gözlemlerken edindiği sonuçları paylaşıyor. Birkaç yerde denk geldim ikili yaptığı konuşmalarda karşısındakini tam olarak anlayıp anlamadığı ile ilgili ikileme düşüp şöyle cümleler kuruyor “acaba paylaşım dediği ile ne kastediyor?” ya da “bundan anladığı ne? ”. O yüzden bende merak ediyorum acaba ben derdimi anlatmaya çalışırken gerçekten karşımdaki beni anlayabiliyor mu? Benim sosyal yapı anlayışımla onun ki bir mi ? Ya da sıcak çay anlayışımla ... Hatta daha beteri bir olması mümkün mü ?  

Bazen kendimi belli kalıp düşünceler arasında sıkışıp kalmış buluyorum. Aslında yeni bir cevap bulmak gibi bir amacım olmasa da güzel beynim bana küçük oyunlarından oynuyor ve bir anda şimşek gibi çakıyor aslında olayın başka bir gerçekliği de olduğu. Bu benim için inanılmaz bir deneyim. Kendime çıkış yolları bulmak, farklı bakış açıları görmek aslında hayatımın benim elimde olduğunu ve bir olaya bakışımı canım nasıl isterse öyle değişterebileceğimi anımsatıyor bana. Bu da hayatı tabiri caizse bir oyun alanına çeviriyor.  Konuşuyorum da konuşuyorum, derdimi, düşüncelerimi anlatmaya çalışıyorum. 

Acaba becerebiliyor muyum ? Yoksa kendi çapımda tatlı su anarşisti mi oluyorum ?


On a special note : thanks! the next new . . .


Ekim 25, 2011

. . .



Sene 2009, Mardin’in Bilge Köyü’nde bir düğün evine saldırı yapıldı. 44 kişi öldü... Geriye annesiz babasız çocuklar kaldı. Sene 2010, Cumhuriyet gazetesinde bir yazı yayınlandı... Mardin’li bu yalnız çocukların perişan hali ile ilgili. Çok iyi hatırlıyorum sabah kahvaltısı yaparken, sıcak çayımı yudumlarken okumuştum bu haberi. Yediklerim boğazıma birer birer dizildi. Sonra tabiri caizse herkesi ayaklandırdım çevremde. Sağolsunlar beni kırmadılar ve 2-3 günde dünya kadar erzak toplandı. Sonra kendimi Harem’de buldum. Bu koliler nasıl gider, kime veririm derken Mardin’li bir seyahat firması bir kuruş bile almadan bütün kolileri Bilge Köyü çocuklarına ulaştırdı.

O sırada şöyle yorumlar duymuştum – ama o çocuklar türk değil... kime yardım ettiğini farkında mısın? "Nasıl yani???" diye sormuştum ama bu sorular beni epey üzmüştü. Şimdi aynı tarz yorumları Van'daki depremzedeler için duyuyoruz.

Ben hiç “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenlerden olamadım. O yüzden çevremde epey muhaliflik yaparım. Hürriyet’te yayınlanan bu fotoğrafa bakıp (ki bu fotoğraf yayınlananlar arasında içinizi en az parçalayanlardan birisi), “bana ne” demek bence en büyük zalimlik. Kim ne düşünüp, nasıl kuruyor bu cümleleri bilemiyorum... Bu kadar duyarsızlığı benim aklım almıyor...

92 Erzincan depreminde bir arkadaşım teyzesini kaybetmişti. 99 depreminde ise bir arkadaşım bütün çocukluk arkadaşlarını depreme kurban verdi. Biz depreme çok yabancı bir millet değiliz ama nedense çok çabuk unutuyoruz. 1992’nin acısını, 1999’un acısını, sırada 2011’i unutmak var biliyorum... Allah sabır ve kolaylık versin unutamayanlara . . . Benim kalbim sizlerle !

Ekim 17, 2011

Ham Polo Club, Richmond LONDON

16.10.2011
Richmond, London

Nasıl denk geldi bilmiyorum ama Londra'ya geldiğimden beri havalar pek bir güzel. Gerçi arada bir gri bulutlar yüzünü gösteriyor ama benim onlara pek aldırış ettiğim yok bu aralar.

Sonbaharı hüzünlü olduğu için biraz buruk yaşarım genelde ama çok güzel bir ışık veriyor bu mevsim fotoğraflara. Pazar günü en son 15 yıl önce gittiğim Richmond'a gittik. Hava güzel olunca bol bol nehir kıyısı yürüyüşleri yaptık. Tam "hadi eve dönelim" derken yolda atlara rastladık ve bu güzel fotoğraflar yansıdı kamerama. 

Bilmiyorum hiç atın gözüne dikkatlice baktınız mı ? Dün fotoğraf çekerken çektiğim fotoğrafın aksini atın gözünde gördüm. Ben, gökyüzü, ağaçlar tüm polo sahası hepsi oradaydı... Tam da o sırada bize etrafı gezdiren 60 yaşında genç bir kadın, "atla göz teması kurarsan at senin ruhunu görür" dedi . . . 


Merak ediyorum, acaba gördü mü ?


Polo Club 3
Polo Club 4
Polo Club 1 Polo Club 2 R park gozde ben

Ekim 12, 2011

Thank you for being a part of my life, whether you were a reason, a season or a lifetime

Bu aralar yazı konusunda epey tembelim. Aslında yazacak çok şey birikti ama benim hayatım bu aralar yazıp çizmeye çok müsait değil.  Bir sürü yenilik, alışılması gereken yeni düzen, inanılmaz yoğun bir iş trafiği derken zamanın nasıl geçip gittiğini anlamaz oldum.

Kaç zamandır aklımda bir şey vardı. Hani hayatınıza yeni insanlar girer, sonra bir bakmışsınız yok olmuşlar. Oturup düşünürsünüz ben mi birşey yaptım yoksa o mu diye. Birazdan sizlerle paylaşacağım yazı (kendisi benim tarafımdan yazılmadı) yıllar önce (sanırım 2005 yılıydı) hayatımda olan ve sonradan kaybolan birkaç insanın peşinden kara kara düşünürken mail olarak önüme gelmişti. Nedendir bilmem günlerdir aklımda sizinle paylaşmak. Bana çok doğru bir zamanda gelmişti. Belki bunu okuyan birinin de hayatında benimkinde yaptığı gibi bir kıpırtı oluşturur. 

People come into your life for a reason, a season or a lifetime. When you know which one it is, you will know what to do for that person.

When someone is in your life for a REASON, it is usually to meet a need you have expressed. They have come to assist you through a difficulty, to provide you with guidance and support, to aid you physically, emotionally or spiritually. They may seem like a godsend and they are.

They are there for the reason you need them to be.

Then, without any wrong doing on your part or at an inconvenient time, this person will say or do something to bring the relationship to an end. Sometimes they die. Sometimes they walk away. Sometimes they act up and force you to take a stand.

What we must realize is that our need has been met, our desire fulfilled, their work is done. The prayer you sent up has been answered and now it is time to move on.

Some people come into your life for a SEASON, because your turn has come to share, grow or learn. They bring you an experience of peace or make you laugh. They may teach you something you have never done. They usually give you an unbelievable amount of joy. Believe it, it is real. But only for a season.

LIFETIME relationships teach you lifetime lessons, things you must build upon in order to have a solid emotional foundation. Your job is to accept the lesson, love the person and put what you have learned to use in all other relationships and areas of your life. It is said that love is blind but friendship is clairvoyant

Thank you for being a part of my life, whether you were a reason, a season or a lifetime.

Eylül 19, 2011

Elif Şafak - TED

Bunu izleyeli epey oldu aslında. Daha önce paylaşmak isterdim ama bu aralar hayat çok hızlı akıp gidiyor. Neyse geç olsun güç olmasın diyelim.


‎"Come, let us be friends for once; let us make life easy on us; let us be lovers and loved ones; the earth shall be left to no one." Sufi


İyi seyirler . . .



Eylül 12, 2011

Nafplio


Yunanistan’da yollara düştük. Atina’da saatlerce yürüdük, Santorini’de ATV kiralayıp sahilleri gezdik sonra tekne gezisiyle aktif volkana küçük bir ziyarette bulunduk, Rodos’ta  çok güzel yerler keşfettik ama sanırım gezinin en güzel kısmı araba kiralayıp Nafplio’ya doğru yola koyulmamızdı.

Yunanistan’da alternatif bir durak arayanlara Atina’nın güneyindeki bu küçük şirin şehri şiddetle tavsiye ediyorum. Nafplio Yunanistan’ın ilk başkentiymiş (tabi ki modern Yunanistan’dan bahsediyorum). Osmanlı zamanındaki adı ise Mora Yenişehriymiş. Atina’ya 2 saatlik araba mesafesinde Nafplio. Ege’ye kıyısı olan bu şehri gezmek, dükkanlara girip çıkmak ve (biz yapamadık ama) deniz sefası sürmek bir –iki günlük bir zaman gerektirebilir. Akşam güneşin  batmasına yakın sahilde yürüyüşe çıkın derim sonra da Constitution Square’de bir kafeye oturup, lokma ikramı ile gelen sözüm ona Yunan ama aslında mis gibi Türk kahvesi için. Bir de gitmişken meşhur Antica Gelateria di Roma’da dondurma yiyin.

Bu kısa yazımdan sonra sizi biraz konsept dışı fotoğraflarımla başbaşa bırakıyorum. Buyrun Nafplio’ya . . .








Sabah sabah

Saat 08.30. 

Ben daimi ofisim Starbucks'ta ama bu sefer üst katında bir masa başında değil dışarıda oturup sabahın ilk maillerini cevaplayıp günü planlamaya çalışıyorum. Bu arada etrafımda köpekler, kediler, kargalar ve kuşlar bir de işlerine yetişmek için koşturan insanlar var. Bir kadın geçti önümden önce köpekten korktuğu için yönünü değiştirdi karşısına kedi fırlayınca bir irkildi sonra da yürümeye devam etmek için güvercinlerin dağılmasını bekledi. Bunların hepsi bir iki dakikalık olaylar aslında ama korkunun hayatımızı nasıl kısıtladığının en güzel örneği. Yürüdüğün ve istediğin yolu değiştirmek zorunda kalmak . . . ( lütfen bunu hem tam anlamıyla hem de mecazi anlamıyla alın) 

Sabah sabah biraz ağır oldu muhabbet sanırım. Neyse bugün işleri toparlayabilirsem akşam çok güzel fotoğraflarla karşınızda olacağım. Toparlayamazsam da artık canım sağolsun.

Ağustos 25, 2011

Değişim Sabittir

Ama değişmemek uğruna inanılmaz bir çaba içine girebiliyoruz. Yeni herşey korkutucuyken eski herşeyin tutulması gerekiyormuş gibi tavırlar sergilemekten alıkoyamıyoruz kendimizi. Ben değişimin sabitliğine inananlardanım. İş değişmeye gelince hiç korkak olmadım. Süreç zor olsa da yeni ve daha iyi uğruna bir çok şey yaptım.

Bir yazım var haftalardır draft olarak bekliyor. Belki yayınlarım diye beklemedeydi ama yayınlamamaya karar verdim çünkü biraz sitem dolu... biraz da soru işaretleri! Bu hafta tarihte yerini alsın diye özellikle yazmak istedim çünkü 958 mail ve 1105 tane fotoğraf sildim. Dünyalarca kağıt attım, yazılmış unutulmuş ve artık hiç bir anlam ifade etmeyen bir sürü kağıt. Biliyorum hayatınızın değişmesi bazen size çok kötü gelebilir. Ama ciddi değişimden geçen biri olarak size birşey söylemeden geçemeyeceğim. Yeni hayat – eğer kararını siz verdiyseniz- yeni nefes gibi. Sabah gözünüzü açıp güne umut dolu başlamak gibisi yok. Bunu mümkün kılanlara da sonsuz teşekkür borçluyum.

Eski, okunmuş bir kitap gibi tozlu raflarda yerini aldı. Eskide kalan ama hala bende olmasını istediğim birşey kaldı geriye. Alice in Wonderland’den bir alıntı da bunu inanılmaz güzel anlatıyor.

“  You used to be much more..."muchier." You've lost your muchness.” Şimdi bunu geri alma zamanı.

Gezmeyince kalemim bir tek kendimle uğraşmaya yarıyor. Ama az kaldı yollara düşmeme o zamana kadar herkese iyi bayramlar, iyi tatiller.

Yolcudur Abbas...

Sevgiler

Life, it's ever so strange
It's so full of change...


Ağustos 08, 2011

Son Kodachrome Filmi - 4 Eylül 2011'e kadar İstanbul Modern'de. Kaçırmayın !

Biraz hüzünlü bence kodachrome hikayesi. 74 yıl sektöre hizmet et sonra dijital teknolojiye yenik düş... Ürün özelliğinden dolayı herhangi bir değişim geçiremeden alnının akıyla 74 yılını tamamlayıp sahalara veda etti. Yıllar önce daha yeni yeni dijitale geçerken, kodachrome’un ciddi bir savunucusuydum. İçimden hiç bir fotoğrafçı kodachrome’dan çıkan fotoğrafları dijitale değişmez diyordum. Nitekim İstanbul Modern’de Steve McCurry’nin son kodachrome filminin nasıl gerçekleştiğini izlerken kendisi de son filmden çıkan kareleri görünce aynen şu cümleyi kuruyor “dijitali bırakıp kodachrome’a geri dönmeye karar verdim”.  Tabi bu işin latifesi ama fotoğrafın bize ulaşana kadar geçirdiği süreçlerden  olan banyo,baskı kısmının ( özellikle siyah  beyaz fotoğraflarda karanlık oda macerasının) eskisi gibi olmaması biraz melankolik bir hava yaratıyor bence.


Son Kodachrome Filmi sergisi basında oldukça yazıldı çizildi. Eminim hepinizin gözüne takılmıştır haberleri seyrederken ama ben yine de kısa bir özet geçmek istiyorum. Steve McCurry Kodak ile anlaşarak üretilen son kodachrome filmi alır ve onun üzerine bir proje geliştirir. Sergide göreceğiniz 31 kare üretilmiş son kodachrome filminden çıkmış karelerdir. Bundan sonra görecekleriniz (şimdilik) sadece dijital karelerden oluşacak.

Sergide bu projenin nasıl oluştuğu ve hangi aşamalardan geçtiğini gösteren bir film gösteriliyor. Bir de McCurry’nin diğer işlerinin gösterildiği bir slide show var. Sergi sadece 1 aylığına İstanbul'da. Aman kaçırmayın !


* Sergide fotoğraf çekmek yasak olduğu için yazıda kullanılan fotoğraflar internetten alınmıştır. 

Ağustos 01, 2011

Neler oluyor hayatta ?

Resmen yollara düşmek için kaşınıyorum ama iş güç yüzünden kaldığımız İstanbul'un biraz tadını çıkarmak ve hayatımıza renk katmak adına yaptıklarımızı, daha doğrusu yaptıklarımız arasında öne çıkanları sizlere de fısıldayayım dedim. 

Joss Stone – Temmuz ayı konser ayı dedik ve Temmuz’u da konserleri de Santral İstanbul’da Joss Stone ile bitirdik. Bu koç burcu kadını sahneyi alev alev yakmakla kalmadı, çevresine de inanılmaz bir enerji yaydı. “ You had me” ile açılan konser, bir sürü bilmediğim ama beni büyüleyen şarkıyla devam etti. Bir noktada sandalyeye oturup sadece bir gitar eşliğinde şarkı söyledi. O nasıl bir sestir ? Bu kadın ne kadar güzeldir ? Konserin bir kısmı neredeyse istek üzerine şarkılar şeklinde gelişti. Seyirciyle iletişiminin inanılmaz olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Biz şansımıza yine konseri en ön sıradan seyrettik ve Joss Stone’un konser sonu seyircilerine gönderdiği beyaz güllerden birinin sahibi olduk.

Fotoğraf : The Next New

Fotoğraf : The Next New

Rahmi Koç Müzesi – Pazar gününün bir kısmı bu müzede geçti. Karar verdik bundan sonra yurtdışından gelip müze gezmek isteyen misafirlerimizi ilk Rahmi Koç müzesine götüreceğiz. 1959 model kırmızı Fiat arabaya aşık olup geri geldim desem... Bir de girişte '67 model bir Mercedes vardı, o da gözümüzden kaçmadı. Aslında çok araba meraklısı bir insan değilim ama bu aralar bende oluşan araba yarasının anısından olsa gerek gözüm döndü o güzelim araba koleksiyonunu görünce. Pır pır uçağa ve denizaltıya bindik. Sonra da atladık buharlı gemiye 40 dakika Haliç sefası yaptık. Bizden başkası olmadığı için sefamız resmen kişiye özel oldu. Daha yapılacak çok şey vardı ama vakit darlığı nedeniyle evimize dönmek zorunda kaldık, tekrar gelelim – mutlaka gelelim – ali’yi veli’yi de getirelim cümleleri arasında...

İKSV – Şişhane’deki İKSV binasını biliyor musunuz ? Peki en üst katındaki barı ? Peki manzarasının ve içkilerinin ne kadar güzel olduğunu ? Şiddetle tavsiye ediyorum, haftasonu gece eğlencelerine başlamadan gidip bu sakin ve güzel barda bir kadeh birşey için.

Pera Müzesi – Şimdiki zamanlar sergisi, Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin eserlerinden oluşuyor. Yeni nesil yaratıcı nüfusumuzun sanatına bir göz atın derim. İçlerinde Türklerin elinden çıktığı için gurur duyacağınız eserler var. Sergi broşürüne buradan ulaşabilirsiniz.

Sırada merakla beklediğim Steve McCurry’nin “Son Kodachrome Filmi” başlıklı fotoğraf sergisi var. 3 Ağustos – 4 Eylül tarihleri arasında İstanbul Modern’de sergilenecek. Steve McCurry hem National Geographic hem de Magnum fotoğrafçısı. En ünlü eseri ise (fotoğrafa ilgisi olmayan birinin bile bildiği) Afgan Kızı fotoğrafı.



Bu arada size haber verdim mi bilmiyorum ama ben artık Yazar Kafe yazarıyım. Bir de Zinde Türkiye’nin gezi yazıları bölümüne naçizane katkılarım oluyor. 

Şimdilik bu kadar. Bir an evvel yollara düşersem çok özlediğim gezi yazılarımla geri geleceğim. Ama o zamana kadar benden yeni yazılar okumak isterseniz, buyrun buraya tıklayın


Temmuz 25, 2011

Tribute

Bazı şarkılar vardır hani hayatınızın en can alıcı zamanlarını hatırlatır size her dinlediğinizde. İşte öyle zamanlarda bir bağ hissedersiniz  şarkıyla, söyleyenle, sözlerle . . . Bir çok Winehouse şarkısı böyle bir özellik taşır benim için.

Back to black mesela. Aslında beni değil ama çok sevdiğim birinin ayrılık acısını anlattığı için ve ben de onunla oturup günlerce ağladığım için. Hani der ya şarkıda we only said goodbye with words, i died a hundred times ...

Bir de kendim için dinlediğim bir şarkı var, göz yaşlarımı çoğu zaman kendime sakladığım için – and in this grey, in this blue shade; my tears dry on their own.

Sesi, şarkıları ve güçlü kuvvetli sözleriyle bana hissettirdikleri için iki satır yazmak istedim kendisiyle dalga geçerek “they tried to make me go to rehab, i said no no no...” diye şarkı söyleyen şahsına münhasır Amy hakkında.

Bon voyage Winehouse !

Temmuz 21, 2011

Temmuz Ayı - Konser Ayı

Temmuz ayı İstanbul bekçiliği görevine atandığımız için kendimizi konserden konsere attık. Gezmek ile ilgili tüm umudumuz Ağustos’a kaldı...

O yüzdendir ki gezi yazı ve fotoğraflarına biraz ara verildi tarafımdan. Gezi yazılarının yerini hayat, kitap ve konser yazıları aldı.

En baştan başlamam gerekirse....

Nneka, One Love’da,  uzaktan duyduğumuz bir ses oldu. Çıktığında sahnenin yakınında bile değildik ama konseri yakaladığımız yerden bitene kadar hayran hayran seyrettik Nneka’yı.  Eğer hiç dinlemediyseniz youtube’da bir arayın derim.  Africa is the future tshirtüyle çıkan Nneka, Vagabond in Power şarkısıyla hafızalarımıza kazındı.

In the begining.... when we were winning... when our smiles were genuine... Gel gelelim 1999 yazımın başrol oyuncusu gruba. Özlem yazı Londra’da geçirir ve hiç bıkmadan usanmadan Manic Street Preachers dinler. Solistinin rock stardan çok bizim Ahmet amcaya benzediği grubun performansı bence çok güzeldi. Ama çok objektif olabilir miyim bu konuda bilmiyorum. Lakin bizim amca gitarını eline alıp Everlasting’i söylemeye başladığında ben çoktan kendimden geçmiştim.

İkinci güne katılımım, düğün dernek dolayısıyla gerçekleşemese de Editors,Cake  ve Suede’in çok iyi olduğunu duydum.  Cake ve Suede’i daha önce dinlemiştim o yüzden karalar bağlamadım ama yine de gönül isterdi One Love’ın ikinci gününe de katılmayı. Güzel bir Suede yazısı var blog alemine yeni katılan bir blogger tarafından yazılmış (www.thenextnew.blogspot.com). Bir göz atın isterseniz.

Fotoğraf : The Next New (www.thenextnew.blogspot.com)

Jamie Cullum’u daha önce yazmıştım. Şarkılarını hiç bilmediğim birinin konserine bu kadar hayran kalmış olmam epey şaşırtıcı diye düşünüyorum.  Gran Torino’yu izleyenler eminim Jamie’nin sesini hatırlayacaklardır –
so tenderly your story is nothing more than what you see or what you've done or will become standing strong do you belong in your skin; just wondering

Rock’n Coke’a imzasını Limp Bizkit atmış... öyle diyorlar. Biz ikinci gününde dahil olduk festivale o yüzden ilk gün yorumu yapamayacağım.

Moby hatırına gittik. Moby çıkana kadar Skunk Anasie ile çoştuk.  Skin kendini izleyicilerin arasına attığında ortam iyice kızışmıştı. Ama benim kalbimi yerinden çıkaran weak’ın şu sözleridir- “ if i opened my heart, there’d be no space for air...’cause i wanted you”  Moby’yi beklemek bile kendi başına bir heyecandı benim için...beklediğim kadar da varmış. İnanılmaz bir sahne performansı... inanılmaz bir müzik – extreme ways are back again.

Bir de eski günler hatırına Suitcase’i dinledik. Morrissey diye çok bağırdık ama çalmadılar :(  Ama sayemde yeni bir hayran kazandılar !
Fotoğraf : The Next New (www.thenextnew.blogspot.com)

Geçtiğimiz Pazartesi ise Amadou & Mariam dinlemek için Esma Sultan Yalısı’ndaydık. Manzaraya doyum olmaz tabi ama gruba da bir o kadar doyum olmadı. Konserin sonuna doğru epey eğlenceli bol danslı dakikalar yaşadık.

Fotoğraf : The Next New (www.thenextnew.blogspot.com)

Şimdi sırada Joss Stone var. Şimdiye kadar yaşadığım konser tecrübelerine dayanarak 28 Temmuz’u da ayrı bir hayranlık duygusu ile bitireceğimi düşünüyorum.

Umarım bu konserlerden bir iki tanesini siz de yakalamışsınızdır. 


Temmuz 19, 2011

büyük umutlar şerefine

Büyük Umutlar, Charles Dickens'ın meşhur kitabı, Alfonso Cuaron'un 1998 yapımı filmi, Donna Karan'ın Gwyneth Paltrow'un kıyafetlerini tasarladığı, life in mono'nun kulaklarımızda çınladığı kıskançlık ve yeniden doğuş üzerine söylenmiş, aşkın acı tarafını, terkedilmişliği anlatan cümlelerin toplamı...

Elimde Elliot Engel'in "How Oscar Became Wilde" kitabı var. Herkese şiddetle tavsiye ederim. Ben okumaya doyamadım. Kitabın bir bölümü Dickens üzerine. Charles Dickens'ın hayatını okurken aklıma kazınan bu bölümü sizlerle de paylaşmak istedim. Tercüme esnasında kelimeler kaybolmasın diye bölümü olduğu gibi ve İngilizce yazıyorum. 

Önce Miss Havisham'ı biraz anlatıyor. 


"Miss Havisham was a wealthy young woman who was engaged to a young man. But on the morning of her wedding day, as she was dressing for the ceremony, at exactly twenty minutes to nine she received a devastating message from her fiancee, jilting her. Do you remember what she did? The moment she received the news of her abandonment she stopped all the clocks in her house, at twenty minutes to nine, never to run again. She closed all the drapes to ensure daylight would never enter as long as she lived...."


Ve şöyle devam ediyor...


" Now, none of us is likely to meet a Miss Havisham in our life. Her behavior is not normal, it is not anything that you would see in any human being, but that does not make it unrealistic. It is only unrealistic in that no one would ever behave thus, but it is exactly realistic to what happens to all of us emotionally, internally, mentally, in our feelings when we are devastated in some way."


Arka fonda şu cümleler kulağıma çalınırken kadehimi büyük umutlarımıza kaldırıyorum ...

The stranger sang a theme from someone else's dream
The leaves began to fall and no one spoke at all
But I can't seem to recall, when you came along... 
Ingenue...

Temmuz 15, 2011

bir dakikalık saygı duruşu !

Blogumda yazmadığıma bakmayın aslında beni tanıyanlar bilir çokca siyaset yaparım hayatımda. Çok çoşkulu fikirlerim vardır ama artık gazete okuyup, haber seyredemez hale geldim çünkü ne habere ne sunana güvenim yok. Ama bugün buradan biraz sızlanasım var. 

Sizi de rahatsız ediyor mu bu ülkede olan biten ? Gazetecilerin terör suçlamalarıyla içerde olup, aslında şehitlerin karşısında ateş açanların dışarıda olması biraz garip değil mi ? Bence en garibi bunlara sesimizi çıkartamıyor olmamız. Benim cidden ağırıma gidiyor konuşmaya korkan bir topluma dönüşmemiz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen bir jenerasyon olduk biz. Reina’dan çıkmayız ama ülke ile ilgili iki soruya cevap vermekten aciziz. Sözüm meclisten dışarı, lütfen üstüne alınması gereken alınsın, gerisi benim arkamda sıraya girsin. Sadece bizim jenerasyon değil tabi... Zamanında köy enstitülerini kapatarak o günün çocuklarını bugünün cahilleri yapan zihniyete sonsuz teşekkür borçlu bu millet... Bizi bugüne getirenler için bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum herkesi !

Kurunun yanında yaş da yanar mı . . . yanar ! En azından biz yandık ama ağlayanımız yok

talk to the hand

Temmuz 08, 2011

sıcak havalar ve jamie

Bu sıcak havalardan çok bunaldım. Bazen çok huysuzlaşıyorum sırf sıcaktan nemden. Gerçi son 3 yazımı oturduğum apartmanın sakinlerinin tadilatlarının sesleri (bu uzuuun zincirleme isim tamlaması olayın bende yarattığı hoşnutsuzluğu dile getirmek için biçilmiş kaftan görevi görüyor bu yazıda) ile geçiriyor olmamında büyük etkisi var tabi. Nedir bu yaz gelince çalar saat çalmış gibi hep birden yaptırılan tadilatlar ya! Benim gibi home office çalışan biri için daha kötü ne olabilir bilmiyorum. 

Neyse yeter söylendiğim. Zaten bu yazı da blogumun profiline pek uymuyor ama bu köşe benim köşem diyerek yazmaya devam ediyorum. Ucundan biraz blog konseptini yakalamak adına geçenlerde keşfettiğim birinden bahsetmek istiyorum. 

6 Temmuz’da Santral İstanbul’da konser veren Jamie Cullum’un ne hayranıydım ne de şarkılarını ezbere söyleyebiliyordum. O güzelim siyah kuyruklu piyanonun başında Jazz çalan 30larının başındaki bu genç adam bana son zamanların en güzel akşamlarından birini yaşattı. Resmen ağzım açık dinledim bütün konseri. Hava güzel, mekan güzel, ortam ve müzik şahane... Bir süre sonra dayanamayıp oturduğumuz yerden kalkıp ayakta seyrettik konseri. İyi ki de kalkmışız... Konserin sonunda hepimizi sahnenin önüne çağıran Jamie ve beni bir paket edasıyla en ön sıraya yerleştiren arkadaşım sayesinde konserin son 15 dakikasını en önden seyretme şansı yakaladım. Tek kelime ile muhteşemdi. Bilmeyenlere, dinlemeyenlere duyurulur . . . 

Bu arada yanlış anladığım şarkı sözünü tamamen kendi hayatıma uyarlayasım var. “Leave me alone, I’m thirtysomething”.  Malum 30u devireli biraz vakit geçti. O yüzden insan ne duysa kendi hayatına göre yorumlayası geliyor.

Jamie Cullum

Temmuz 06, 2011

Şehr-i İstanbul'da bir küçük tur



İstanbul’da yaşayanlar olarak şehrin tadını çok çıkaramadığımızı düşünüyorum. Günlük koşturmacalar bir yana haftasonu trafiğine yakalanmamak için bazen dışarı bile çıkamaz oluyoruz. Ama bir gezmeye başladığımızda da keyfine doyum olmuyor bu şehrin. Evet çok kalabalık... Trafikte isyan etmemenin imkanı yok. O kadar çok terketmeyi düşündüm ki bu şehri. Ama insanın toprağıyla bir bağı var kopmayan. Sımsıkı sarıyor beni sözüm ona taşı toprağı altın İstanbul. Çokca da sevmeyeni var canım şehrimi. Niye burada yaşar o sevmeyenler bilinmez ama yaşarlar yine de. Benim gibiler için ise çok farklı İstanbul. Evimiz burası bizim. Kalabalığıyla, keşmekeşiyle bizim burası. Çocukken yediğim şemsiye çikolata... Kapımıza gelen yoğurtçunun, sütçünün sesi... O ağacın altı... İlk adımım...

Ve tüm oryantallığı ile bir Avrupa şehri artık. Geçenlerde küçük bir sergi turuna çıktık. Nişantaşı’ndan başladık, İstiklal’de bitirdik. Arada Soğuk Çeşme Sokağı’ndan aşağı yürürken yeni bir tanesini bile keşfettik. Yürüdük yürüdük.... taa Sultanahmet’ten başladık İstiklal’e kadar arşınladık.

Yeni keşifler ve uzun zaman oldu gelmemişiz dediklerimizle objektifimize yakalananları sizinle paylaşmadan edemedim . . .

Alman Çeşmesi’nin bilmiyorum kaç kere önünden geçmişimdir. Hiç farketmemişim...

alman cesmesi


İlhami Atalay’ın hem kendisi hem de galerisi yeni keşfimiz...

art gallery


Bu baloncuklar beni çok mutlu ettiği için hemen aldık bu su tabancası kılıklı baloncuk tabancasından

baloncuklar

Kedi keyifte . . .

sultanahmet camii merdivenlerinde bir kedi

Yıllar önce bir arkadaşım sayesinde keşfettiğim Galata Evi’ne yıllar sonra tekrar gitmek ve hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu görmek çok güzel. Eski İngiliz Karakolu olan Galata Evi, Gürcü ve Rus yemekleri ağırlıkta bir menü ile hizmet veriyor. Eski mahkumların duvarlara çizdiklerini görebilir ve saat 20.00’den sonra piyano eşliğinde canlı müzik dinleyebilirsiniz.

galata evi








Haziran 15, 2011

Eğirdir

Sadece yemek yemek için uğradık Eğirdir’e. Çok yolunuzun üstü diyebileceğim bir yer değil. Isparta’ya girdikten sonra Eğirdir tabelasını takip edip biraz yol gidiyorsunuz her saat ayrı bir renge dönüşen gölü görmek için. Gölü görünce epey şaşırdığımı hatırlıyorum. Hiç beklemediğim neredeyse zümrüt yeşili bir göl gözlerimizin önüne serilmişti. Suyun olduğu her yer ayrı bir güzel oluyor diye konuştuk aramızda. “Güçlüyüz, cesuruz, hazırız” yazısının önünden geçerken Dağ Komando Okulu’nun burada olduğunu öğrendim.

egirdir 2

Elimizde Lonely Planet’ın Türkiye rehberi yokuş aşağı Eğirdir’e inerken açlıktan kıvrandığımız için rehberimizin Eğirdir’in en iyi restaurantı dediği yeri aramaya koyulduk. Yeşil Ada’da bulunan Melodi Restaurant’ı bulmamız çok kolay oldu. Hemen gölün kenarında bir masaya kurulup verdik siparişlerimizi. Ben genelde ne yiyelim, ne önerirsiniz diye soranlardanım. Nitekim burada da sordum ve balık yemem önerildi. Ama malesef benim balığa alerjim var. Aranızda yiyen ve öneren olursa lütfen ses versin. Et ve meze üzerine kurulu masamızda keyfimize diyecek yoktu çünkü herşey çok lezzetliydi. Özellikle de zeytinyağlı sarması.

Vakit darlığı nedeniyle çok gezemedik Eğirdir’i. Hızır Bey Camii ve Dündar Bey Medresesi’nin önünden geçtik, kaleyi uzaktan gördük, gölün kenarında araba ile küçük bir tur attık. O yüzden gezdiklerimden çok şimdilik okuduklarımı biraz derlemek istiyorum.  Hızır Bey Camii Selçuklular tarafından inşa edilmiş daha sonra Hamidoğulları tarafından camiiye çevrilmiş. Camiinin çaprazında bulunan Dündar Bey Medresesi de yine Selçuklular tarafından kervansaray olarak inşa edilmiş daha sonra Hamidoğulları tarafından medreseye çevrilmiş.

Çok hakkını veremedik Eğirdir'in diye düşünüyorum. Bir daha yolumuz düşer mi ondan da şüpheliyim ama siz bir gün Eğirdir tabelası görürseniz yolunuzun üzerinde bence bir göz atın bu küçük ilçeye.

egirdir

egirdir 3

Haziran 07, 2011

Beş Duyu Bir Ada

Tüm duyularınıza hitap eden ve hatta hepsini ziyadesiyle tatmin eden bir küçücük adacık Bozcaada.

Daha Geyikli’de başlıyor görsel ziyafet. Feribotta sabırsız bir bekleyiş. Adada sizi beklediğini bildiğiniz koylar ve rüzgar güllerinin hayali... Ara sokaklarda şişelenen ardından sergilenen şarapların görüntüsü. Görmek ile başlıyorsunuz Bozcaada’yı hissetmeye. Ardı da geliyor zaten peşi sıra.

Şimdilerde içeri kadar giremeseniz de eskiden rüzgar güllerinin arasında yürüyüp, koyun sonundaki deniz fenerinin içinde dolanabiliyordunuz. Uzaktan salına salına dönüyor gibi görünen rüzgar güllerinin her dönüşte çıkardığı sesi gözünüzü kapatıp dinleseniz siz de başlayacaksınız o dönüş sesinin ritmine ayak uydurmaya. Daha neler mi fısıldıyor Bozcaada kulaklarımıza, Ege’nın rüzgarı, denizin dalgası, şarap şişelerinin tıngırtısı... Adayı işitmek böyle birşey...

Buram buram kekik kokusu aslında Ege’ye mahsus birşey. Ama nedense Bozcaada’da daha net alabiliyorsunuz kokuyu. Akşam çöküp herkes yemeğe oturdumu masaların arasında gezinen ızgara balık kokusu, şerefeler arasında yayılan anason kokusu . . . Adayı koklamak...

Rakınızın yanına getirdikleri Ege’nin leziz otları... rakısı balığı mezesi... üstüne tanımadığım börülcesi...ada şarabı... Ada Cafe’nin güzel tatlıları... gelincik şerbeti.... Bozcaada’ya gitmek için her biri ayrı ayrı neden sayılır benim için. Koreli’de ya da Vahit’in yerinde manzaraya karşı yenilen yemekler. Tatmak, tatmak, tatmak işte bütün mesele bu ! güneş adada batıp insanlar masaya oturunca...

Ayaklarınızın altında uzanan Ayazma’nın kumu, bağ bozumunda avuçlarınızın içindeki ada üzümü, serin denizin cildinizde yarattığı yanma... Adaya dokunmak belki biraz adalı olmak...

Bana bu coğrafyada bütün bunları yaşatan tek yer burası. Kimbilir belki bir gün Bozcaada'lı olurum. O zamana kadar sağlıcakla kal güzel ada !

20090731_73

Haziran 05, 2011

Geçmiş daha geçmemişken... Bergama tarihin bugüne karıştığı sokakları ile sizi bekliyor

Pers, Büyük İskender, Frigya, Trakya Krallığı, Roma ve Bizans dönemlerini görmüş, daha ilk çağlarda çok güzel anıtlar çıkarmış ve aynı adı taşıyan krallığın merkezi olmuş Bergama antik dönemdeki ismiyle Pergomon salına salına gezdiğimiz Ege gezimizin ilk durağıydı. İzmir’in 100 km kuzeyinde bulunan ilçe, zamanının önemli sağlık merkezlerinden Asklepion, ilk yerleşim alanı olan 300 m. yüksekliğinde dik bir tepe üzerinde kurulan Akropol ve Serapis Tapınağı’na (Kızıl Avlu) ev sahipliği yapıyor.

DSC_5031 DSC_5120 DSC_5113 DSC_5132

Çok dik bir tepede yer alan Akropol’e araba ile çıkılsada şimdilerde kullanılan yeni yol 8 ay önce resmen açılan teleferikten geçiyor. Çok tartışma yaratmış teleferik inşaatı ama şimdilerde herkes hayatından memnun gözüküyor. Kişi başı 8 TL ödeyerek 4 dakikada Akropol’e çıkıyorsunuz. Bergama Kral Sarayları, Athena Tapınağı, kütüphane, Zeus sunağı Akropol’de görülecek yerler arasında. Adını bir türlü doğru telafuz edemediğim Asklepion dönemin sağlık merkeziymiş. Sütunlu bir caddeden geçip Asklepion’a geliyorsunuz. Maalesef zamanımız çok az olduğu için burayı çok detaylı gezemedik. Günümüzde kentin içinde kalan eski Bergama'nın en büyük yapısı olan Kızıl Avlu ise Mısır tanrılarına adanmış bir tapınak. Çok güzel fotoğraflar çekip geldik buradan.

Bergama’nın birde mutlaka gezilmesi gereken ara sokakları ve Bergama evleri var. Günlük hayatın sürdüğü, çoluk çocuk yaşlı genç herkesin taş yollarında dolandığı sokakları ve güzelim rengarenk evleri gezinizin en eğlenceli rotası olacaktır.

Unutmadan, yemeği Bergama Ticaret Odası’nın tesislerinde yedik. Size de tavsiye ederim.

DSC_5140

DSC_5065

Haziran 04, 2011

Salına salına gezdim Ege'de

Bu sene tam anlamıyla leyleği havada gördüm. Mecazi anlamda konuşmuyorum... Leylekleri göç ederken gördüm, gözümün önünde süzülürken gördüm, yuvasından havalanırken gördüm, Frig Vadisinde kayalıkların arkasına saklanırken gördüm . . . O gün bugündür bir nevi yollarda ve dolayısıyla keşiflerde sayılırım. Zaten bu yola baş koymuş biri olarak yollarda olmamam beni ciddi sıkıntı içine sokuyor çoğu zaman.


Üç gün önce Bergama’da tarih gözlerimin önüne seriliyor... Deniz yok, rüzgar yok ama Ege tüm güzelliğiyle orada. Şaşırıyorum biraz deniz olmayan ama bu kadar sevimli olan bir kasabanın var olmasına. Bir de insanların yardım severliğine, güleryüzüne. Çocuklar her zamanki gibi şen, oyunlarda... Biz kendimizi Bergama’nın eski Rum mahallesinin içine dalmış buluyoruz, sokaklar, güzelim Rum evleri, bir kadeh şarap ve huzur – özgürlük !


İki gün önce Behramkale’de Ege’nin rüzgarı yüzüme çarpıyor . . . Yine tarih gözlerimizin önünde... Güneş batımını yakalayamamış olabilirim ama karşı yakaya nazır oturup sessiz sakin güneşin, rüzgarın ve hayatımda ilk defa bulduğum huzurun tadını çıkartıyorum – özgürlük !


Dün Bozcaada’da rüzgar güllerinin önünde resim çektiriyorum... yine o tanıdık Ege rüzgarı, biraz yakan ama içimi ısıtan güneş ve yine o huzur – özgürlük !


Yollar beni biraz özgür kılıyor. Camdan dışarı bakarken düşündüklerim, hayal ettiklerim, umut ettiklerim içten içe besliyor beni. Tabi aynı camdan görünen kılıflara bürünmüş sözüm ona gerçek olan hayallerimizin pankartları ciddi can sıkıntısı yaratsada, ülkemin güzelliğinden (şimdilik) hiçbirşey yitirmemiş olması içime su serpiyor.

bergama sevgi yolu